Benim sezon başında Fenerbahçe'den beklentilerim çok yüksek değildi. Bir kez daha son maçta kaçan şampiyonluk, heyecanımı bir hayli azaltmıştı. Daum'un ardından göreve getirilen Aykut Kocaman ise geçmişiyle gurur duyduğumuz fakat teknik direktör becerileri açısından soru işareti taşıyan bir hocaydı. Yeni sezonda Fenerbahçe'de nelerin değişeceği, sezonun neleri getireceği tam bir muammaydı.
Aykut Kocaman takımın başına gelir gelmez fırsatını bulduğu her yerde benzer şeyleri söylemeye başladı: "Hızlı, sahanın bütününü kullanan, enerjisini 90 dakikaya yayan kollektif bir ekip." Bu teoride gayet güzel, büyük camialara yakışan, heyecanlandıran bir ifadeydi. Daha da güzeli, bu düşünceye uygun transferler yapılmasıydı. Aykut Kocaman önderliğinde transfer komitesi üç hızlı kanat oyuncusu olan Stoch, Caner ve Dia'yı, ardından iyi bir bitirici olan santrfor Niang'ı takıma dahil etti. Ayağına top yakışan, hücumcu takımlarda olması gereken bir de stoper (Yobo) alındı ki benim sezonun başında heyecanladığım ilk an budur. Aykut Kocaman, vaad ettiği oyun tarzına uygun oyuncular aldı, bilinçli transferler yapıldı ve sezonun geri kalanı için teknik direktör açısından benim beklentilerim yükseldi. Bununla birlikte sezonun doğal akışında hocanın da tutarsız davranışları oldu ve beni de ters köşeye yatırdığı anlar oldu ki bunu yazının ilerleyen bölümlerinde değineceğiz.
Fenerbahçe sezona Avrupa maçlarıyla girdi. (Hazırlık maçlarındaki o rezilliklere değinmek istemiyorum.) İlk maç Young Boys deplasmanıydı ve skor olarak iyi fakat oyun olarak rezalet denecek kadar kötü bir sonuç oldu. 2-2 tur için iyi bir skordu fakat görünen şuydu ki, Fenerbahçe'nin bu futbolla Avrupa'da ilerlemesi çok zordu. Ki nitekim öyle oldu, avantaj kullanılamadı. Fenerbahçe önce Şampiyonlar Ligi'nden, sonra da Europa Cup'tan elendi. Bu 4 maç içerisinde Fenerbahçe'nin en iyi oynadığı maç 1-1'lik Kadıköy'deki PAOK rövanş maçıydı. Takım sürekli topa hakim olmuş, pozisyonlar bulmuş fakat sonuca gidememişti. Uzatmalarda gelen gol de Avrupa macerasına son vermişti.
Fenerbahçe lige vasat bir giriş yaptı. İlk 5 haftada 2 mağlubiyet 1 beraberlikle 8 puan kaybetmişti ve sıralamada 9.luğa kadar gerilemişti. Puan tablosu şöyle dursun, Fenerbahçe bu durumu toparlayacak gibi de durmuyordu. Sezonun kalanı için karamsar olmaya yetecek kadar sebep vardı.
Ardından Fenerbahçe ilk kez üst üste 3 maç kazandı. Kasımpaşa, Gençlerbirliği ve Konyaspor maçları 13 gol atılarak kazanılan maçlardı. Ancak Fenerbahçe kazanmasına rağmen tat vermiyordu. Takımın oyununda kopukluk, defansında delik, orta sahasında başıboşluk vardı. Ve de Fenerbahçe'nin yıllardır üstünlük kurduğu büyük ya da diğer bir deyişle "hedef" maçlardaki durumu değişmişti. Takım kendi evinde yıllar sonra Galatasaray'a puan verirken Beşiktaş'la berabere kalıyordu.
Ve belki de sezonun da hikayesini değiştiren, sürekli konuşulan o konu: Alex ile Aykut Kocaman arasındaki husumet, belki puan kayıplarına neden oldu fakat ilerisi için gayet güzel bir ilişkiydi. Aykut Kocaman'ın oynatmaya çalıştığı hızlı futbol, hızlı oyuncularla oynanacaktı. Hızlı oyunun bir dezavantajı da top kayıplarının fazla olabilmesiydi. Top kaybedildiğinde de ilk baskı ileride, ardından geride yapılmalıydı. Alex'i yıllardır izliyoruz. O hiçbir zaman böyle bir oyuncu olmadı. Pres yapan, takımın alan savunmasına katkı yapan ya da rakibin ayağına kayan bir orta saha değildi. Top rakipteyken haliyle Fenerbahçe orta sahası 1 eksikle oynuyordu. Geçmiş yıllarda Fenerbahçe orta sahasının defansif elemanları bu açığı giderirken (Aurelio, Selçuk, C. Baroni, Emre), bu sezon o açık kapatılamadı. Zira kötü girilen sezonda futbolcular da kötüydüler ve özellikle Fenerbahçe orta sahası defans yapamıyordu. Emre tek başına yetmiyordu. Haliyle top rakipteyken pres yetersizliği bu sezın daha net gözüküyordu. Aykut Hoca bunun faturasını Alex'e kesti. Onun takımın defansına yardımcı olmasını, en azından oynadığı alanı genişletip koşu mesafesini arttırmasını istiyordu. Ve bunu başardı. Alex değişti. Artık daha çok fiziki mücadelede bulunan, adam kovalayan, hatta rakibin ayağına kayan bir adam haline geldi. Buna ileride taktiksel anlamda da değineceğiz. Şimdilik burda keselim.
Ligin ilk devresi bittiğinde şöyle kötü bir tablo vardı Fenerbahçe adına: Fenerbahçe ligin üst sıralarındaki takımların hemen hemen hepsine boyun eymişti. Trabzonspor, Bursaspor, Gaziantepspor gibi takımlar Fenerbahçe'nin galip gelemediği takımlardı. Keza Ankaragücü mağlubiyeti de son derece kötüydü. Fenerbahçe her anlamda istikrarsız (skor ve oyun) gidedursun, Trabzonspor ligde almış başını yürümüştü. İkinci yarıya başlamadan evvel Fenerbahçe ile Trabzonspor arasındaki puan farkı 9 idi. Ancak ne olduysa oldu, Fenerbahçe ikinci yarıya bambaşka girdi, bugün sürekli övülen o "takım" olma olgusunu yarattı ve üst üste galibiyetler geldi.
Ligin ikinci yarısının ilk maçı olan Antalyaspor maçı, Fenerbahçe'yi bu günlere sürükleyen maçtı bana kalırsa. Hem skor olarak hem de oyun olarak. Neden oyun olarak diyeceksiniz? Zira genelde Fenerbahçe'nin oynadığı futbol beğenilmemişti, hatta 1-0'ın ardından skoru koruma adına takımın defansa çekilişi de yadırganmıştı. Ancak ben olaya diğer boyutundan bakmıştım. Fenerbahçe en azından defans "yapabilmişti." Ve bu defans anlayışı, bilinçli bir davranıştı. Takım en azından bir şeyi yapmayı "becerebiliyordu." Bir şeylerde değişim, gelişim vardı. İlerisi adına umut verici şeyler! Neydi bu? Fenerbahçe ligin ilk yarısında ne defansı ne hücumu net olarak beceremeyen, oyunun genel akışına kapılan, bilinçsiz bir takımdı. Top kaybedildiğinde takımın ceza sahası ile orta sahası arasında bir kara delik oluşuyordu. Takım savunması denen bir şey yoktu; alanlar kapatılmıyor, pres yapılmıyor, rakibin top yapmasına izin veriliyordu. Antalyaspor maçında değişen şey ise tam olarak buydu. Fenerbahçe rakibine önlem almıştı. Tita ve Necati'nin kanatlardan içeri sızmamaları için kanat beklerine yardımcı olarak orta sahalara görev verilmişti. Rakibin iki tehlikeli oyuncusunun verimi böyle düşürülmüştü. Ve top rakibe geçtiğinde artık Fenerbahçe 10 kişiyle topun arkasına geçiyor, alanı daraltıyordu. Gökhan Gönül'ün sürpriz golü, bu defans anlayışını iyice bilinçli hale getirdi ve Fenerbahçe 1-0'ın ardından bu anlayışı daha güzel bir biçimde devam ettirdi ve galibiyet serisinin ilk ayağını tamamladı.
Ardından yapılan 16 maçla ilgili çok şey söylenebilir fakat uzatmayalım. Trabzonspor maçındaki muhteşem atmosfer çok güzeldi misal. Taraftar ve futbolcu bütünleşmesiyle birlikte bir camianın bir maçtan nasıl galip çıkabileceğinin güzel, canlı bir örneğiydi. Rakipleriyle aralarındaki puan farkının inmesi için müthiş bir çaba gösteren Fenerbahçe, maçın tamamında oyuna hakim oldu ve maçı 2-0 galip tamamladı. Artık ilerisi adına daha umutla bakılabilirdi. Ki, hem skor hem de oyun olarak Fenerbahçe ilk yarıya göre biraz daha düzelmişti. Orta saha oyuncularının gayretleri Alex'i itelemiş, Alex ikinci yarının yıldızı olmuştu. Gitti denilen maçları aklıyla çevirmişti. Beşiktaş maçı, Galatasaray maçı, Buca maçı; onun geride olan takımın seyrini tümden değiştirdiği maçlardı.
Alex'e yardımcı olan oyuncular ise Gökhan Gönül, Andre Santos, Mehmet Topuz, Emre Belözoğlu, stoperler, biraz Niang ve sonlara doğru Stoch'tu. Hatta Buca maçını skor olarak çeviren adam Güiza dahi aldığı minik sürelere 1 gol sığdırıp maç çevirmişti.
Fenerbahçe'nin ikinci yarıda aldığı sonuçların yanında oynadığı oyunu eleştirebilirsiniz, ki ileriki yazılarda buna detaylarıyla değineceğiz, takımın çoğu maçta iyi oynamadığı gerçeği var. İyi oynuyormuş gibi olan ama aslında hep diken üstünde gittiği maçlar var. Ama sürekli kazanan takımda bunlar çok konuşulmadı. Fakat...
Üstün çaba, gayret, motivasyon, adanmışlık... Adına ne derseniz deyin; Fenerbahçe ligin devre arasından yenilenmiş olarak çıktı, birçok şeyi düzeltti ve şampiyonluk için kenetlendi. Ve nitekim sezonu galip tamamladı.
Benim Fenerbahçe hakkındaki ileriye dair görüşlerim ise son derece karamsardı. Hatta çeşitli yerlerde yazdığım yazılarda hep aynı şeyi söyledim, sürekli temkinli oldum. Trabzonspor maçından sonra dahi benim şampiyonluk beklentim pek yoktu. Zira Fenerbahçe aslında çok da iyi oynamıyordu. Alınan puanlar güzeldi fakat ben takımın bir yerde tökezleyeceğini tahmin ediyordum. Şu maçta olur, şu maçta olur diye diye sezon sonuna geldik. Ben de bir kez daha Fenerbahçe adına tahmin yapmanın ne kadar zor, dahası ne kadar boş olduğunu anladım. Belki de bu yüzden seviyoruz ya biz bu takımı... Tahmin edilemezliği, bünyesinde sürprizlere çoğu zaman yer vermesi, bitti denilen yerlerde dirilip, favori olmadığı maçları kazanması, "son 20 yılın en kötü sezonunu geçirecek" (Mehmet Demirkol'a selam olsun) diye tahmin yaptırıp sezonu şampiyon tamamlaması... Şusu busu. Fenerbahçe bu yüzden güzel. Fenerbahçe bu yüzden büyük. Fenerbahçe bu yüzden rakiplerinin en büyük korku, en büyük nefret kaynağı. Maçlar ya da şampiyonluklardan daha başka bir şey bu: Rakibinin en güzel sezonunda, en güzel oynadığı maçta, sana pozisyon vermediği maçta bir frikikle (Johnson'a saygılar) galip gelmektir Fenerbahçe. Ve sürekli kazanmaktır!
Not: Şampiyonluk yolunda sezon içerisinde nelerin olup bittiğine dair yazılar devam edecek. Yazılacaklar listesinde Aykut Kocaman'ın taktiksel ve psikolojik katkısı, Alex'in hikayesi, gelecek sezona dair beklentiler ve TS ile ilgili konular olacak. Yakında.
0 yorum:
Yorum Gönder