Futbol ; Faİr Play, Cesaret, Mücadele ve Zafer...

28 Eylül 2010 Salı

Fenerbahçe Tarihinden 5 Resim

Yılmaz Şen şık hareketler yapıyor.

FB-GS maçında GS'li Selim FB kalecisine tekme atınca tartışma çıkıyor. Nedim Günar sağda, GS'li Metin Oktay arkada.

Brezilya'nın ünlü kulübü Desportos'un 3 yöneticisi 28.4.1951'de özel bir maç için İstanbul'dalar. Fotodakiler: O zamanların küçük çocuğu, şimdilerin ünlü spor yazarı Kemal Belgin, Kaptan Müjdat Yetkiner ve Rüştü Dağlaroğlu.

Fenerbahçe'nin bir maçından devre arası fotoğrafı. FB'li futbolcular dinleniyor.

1953 senesinde saha içerisinde Szekelly takıma son taktikleri veriyor.

Fotolar buradan.

26 Eylül 2010 Pazar

1961-62'de Fiorentina ve Palermo


1961-62 sezonunda Fiorentina kadrosu...

Fiorentina'lı Can Bartu

1961-62 sezonunda Palermo kadrosu

Palermo'lu Metin Oktay

Türk futbolunun iki efsane ismi Can Bartu ile Metin Oktay ülkemizden yurtdışına giden ilk futbolcularımızdan... İlk önce Can Bartu Fenerbahçe'yi bırakıp Fiorentina'nın ortasahasına, ardından Metin Oktay Palermo'nun forvetine gidiyor... Metin Oktay o sezon 12 maçta 3 gol atarak başarısız bir sezonun ardından geri dönüp tarih yazmaya Galatasaray'da devam ederken; Can Bartu 14 maçta 4 gol atıp bir diğer Serie A ekibi Venezia'nın yolunu tutuyor... Venezia'da 30 maç oynayıp 11 gol atarak başarılı bir sezonun ardından Fiorentina'ya geri dönüyor. Eski takımıyla kötü bir sezon geçirip 10 maçta yalnızca 1 gol atıyor ve yine İtalya'da fena bir sezon geçirmeyeceği Lazio'ya transfer oluyor. Lazio'da 46 maçta forma giyip 11 gol atarak 6 yıllık İtalya serüvenine son verip Fenerbahçe'ye geri dönüyor ve artık "Sinyor Can Bartu" diye anılıyor...

Allah Kral Metin Oktay'ın mekanını cennet eyleyip Sinyor Can Bartu'ya uzun ömürler versin...

24 Eylül 2010 Cuma

Van Gaal - Mourinho - Guardiola


Hey gidi hey... Fotoğraf 1999-00 sezonundaki Barcelona - Valencia maçından...

Fotoda 3 mühim insan olsa da ben ayrıca Guardiola'nın tepesindeki Gökmen Özdenak tipli abiye bittim.

20 Eylül 2010 Pazartesi

Tanzanya'da Bir Futbol Takımı: Albino United


Tanzanya'nın en büyük şehri Darüsselam'da önyargıların kurbanı olan ancak futbol sayesinde umut bulan bir topluluk var. Afrika'nın en büyük dağı Klimanjaro'ya evsahipliği yapan 40 milyon nüfuslu Tanzanya'da halkın büyük bir kısmı kırsal kesimde yaşıyor. Ülke aynı zamanda 170.000 albinoya evsahipliği yapıyor. Tanzanya bir süre önce albino hastalarına yönelik şiddet hareketleriyle gündeme gelmişti.

Dariusselam Albino Cemiyeti Başkanı Ernest Kimaya açıklıyor:

"İnsanlar bir albinonun uzuvlarına sahip olduklarında zengin olacaklarına inanıyorlar. Bu inanışı büyüceler de görebiliyor. Tabii böyle bir şeyin gerçekle yakından uzaktan bir ilgisi yok. Ancak insanlar inanıyorlar. Çünkü albino hastalarının hiçbir işe yaramadıklarını düşünüyorlar. Oysa bakış açıları tamamen yanlış."

Albino kalıtsal bir hastalık. Vücuttaki melanin eksikliği ten ve saç rengini etkiliyor. Bu genetik bozukluk siyahi Afrikalılar'da daha da belirgin bir hale geliyor. Ancak albino hastaları batıl inançlar ve önyargılarla mücadele etmek zorunda. Albino hastalarına "Beyaz Hayalet" denmesi bunun en belirgin örneği.


Ancak bir futbol takımı pek çok şeyi değiştirebilir. Albino United güneşin batışıyla birlikte antremana başlıyor. Kulübün kurucusu ve işadamı Oscacr Daniel Haule açıklıyor:

"Albino cinayetlerinden sonra bir takım kurmaya karar verdim. Bir futbol takımımız olursa cinayetleri destekleyenlere Albino hastalarının da herkes gibi insan olduğunu, hayvanlar gibi avlanıp öldürülmemeleri gerektiğini gösterebileceğimizi düşündüm. Bence mesajı yayma açısından çok etkili bir yöntem. Çünkü futbolu herkes sever."

Takımın renkleri mavi-beyaz. Ancak zaman zaman yeşil forma da giyiyorlar.

2008'de kurulan takım hem Haule hem de Albino Cemiyeti tarafından destekleniyor. Oyuncular da sahada oldukları süre içinde günlük sorunlardan uzaklaşma şansına sahip. Bir futbol takımında oynamak, aileleri tarafından utanç veya koruma amaçlı olarak gözlerden uzak tutulan çocuklar için bir kabul görme aracı olarak algılanabilir.


Takımın kaptanı John Mbwinie konuşuyor:

"Size bir albino hastası olmanın nasıl bir şey olduğunu anlatayım. Hiçbir işe yaramayan değersiz varlıklar olarak görülüyoruz. En büyük sorun bu. Toplum bizi bir çöp tenekesi olarak görüyor. Ama böyle olmak bizim değil, Yüce Tanrı'nın takdiri."

Albino hastalarının en büyük düşmanlarından biri de güneş. Güneş ışınları cilt kanserine neden olabiliyor. Albinoların bir diğer sorunu ise göz bozukluğu.

Söz tekrar Haule'de:

"Antrenörlük yapmaya başladığımda insanlar bana gülmüştü. Bunun imkansız bir şey olduğuna ve albinoların futbol oynayamayacağına inanıyorlardı. Ama ben yılmadım ve devam ettim. Bu işi gönüllü olarak yapıyorum çünkü insanlara herkes gibi albinoların da futbol oynayabileceğini göstermek istiyorum."


Futbol oynamak gibi basit bir aktivite bile bu insanların yaşamında birçok şeyi değiştirebiliyor. Eğitim ve sosyal katılım olanaklarından yoksun kalan albinolar psikolojik sorunlar da yaşıyor. Ancak önyargıların zamanla yıkılmasıyla birlikte seslerini yavaş yavaş duyurmaya başlamışlar.

Takımın kaptanı Mbwinie devam ediyor:

"Takıma albinolara yönelik cinayetlerin başlamasından sonra katıldım. Daha önce de futbol oynamıştım ve oldukça iyi olduğumu söyleyebilirim. Övünmek gibi olmasın ama, epey yetenekliyim. Takıma katılarak cinayetleri destekleyenlere mesaj göndermek istedim. Albinoların, birleşerek önyargılara karşı hep beraber mücadele etmesi gerektiğine inanıyorum."


Futbol takımı Tanzanya'da albinoların yaşamlarını değiştirmeye yönelik atılan küçük ama olumlu bir adım. Parlamentoda albino hastası bir milletvekilinin göreve başlaması bu konuya toplumsal bakış açısının değişmesinde önemli rol oynayabilir. Albino United'ın bir süre önce 3. Lig'e yükselmesiyse seslerinin daha gür çıkmasını sağlayabilir.

Haule son sözlerini söylüyor:

"Bu projeye başladığımda başarılı olacağımıza inananlar yok denecek kadar azdı. Aradan bir buçuk sene geçmesine rağmen hala ayaktayız. Bundan önce Albino hastaları toplumdan tamamen dışlanmıştı. Toplumda yerleri yoktu. Ancak futbol takımı sayesinde insanlar hem Albino United'ı hem de albinonun nasıl bir şey olduğunu öğrenme şansı buldular. Bu proje gerçekten de yarar sağladı."


6 Eylül 2010 Pazartesi

Kazakistan'dan Belçika'ya



Galibiyet gayet güzel. Hele ki tek puanın bile her şeyi alt üst edebileceği bir ortamda, ilk maçta alınan bol gollü deplasman galibiyeti çok güzel. Böyle bir grupta, takımın hocası takımı henüz tanımamışken ve eldeki kadrodaki futbolcuların çoğu formsuzken alınan 3 puanın yerine başka şeyleri konuşmak çok da anlamlı gelmiyor bana. Olumsuz anlamda eleştiri yapmak ve kadro seçimini eleştirmek gibi kıt bir tartışma ortamı yapmak yerine var olan görüntüyü analiz etmek gerekiyor.

Hiddink bir şeyler deniyor. Oyunu Aurelio - Emre ikilisinin başlatmasını ve top gerideyken kanat oyuncularının mümkün olduğunca ileride hareket halinde olmasını ve çizgiye yakın olmalarını istiyor. Oyunu geniş alanda kabul edip lider oyuncuların yeteneklerini kullanarak kompakt bir yapı oluşturma niyetinde. Takımda bazı şeylerin değiştiğini, oyuncuların topa sahip olduklarında dan dun vurmak yerine kafalarını kaldırıp ne yapmaları gerektiğini düşünmelerinden anlayabiliyorsunuz. Bu bile ileriye daha umutla bakmak adına bir gösterge olabilir.

Emre takımın kaptanı oldu ve oyun büyük ölçüde kendisinden başlayacak, takıma hem mental hem de teknik anlamda liderlik yapacak. Bu büyük ölçüde risk taşıyor zira Emre zor form tutan ve çok sakatlanan bir oyuncu. Ayrıca kontrol edemediği sinir sistemi zor maçlarda başına-başımıza iş açabilir.


Kazakistan maçında benim gördüğüm en büyük eksiklik oyuncuların az hata yapma isteklerinden doğan hantal görüntüleriydi. Hiddink'in ülkemize geldiğinden bu yana bahsettiği "aklımızı kullanmamız lazım" argümanını şu ana kadar pek göremedik. Oyuncular anlayamadığım bir şekilde bir tedirginlik içerisinde ve risk almak istemiyorlar. Rakibi bozmak adına hızlı pas alışverişlerinde bulunmuyorlar. Yavaş oynuyorlar. Bu Kazakistan maçında başımıza iş açmadı ancak atletik oyunculardan kurulu Belçika karşısında pahalıya patlayabilir.

Belçika maçının beklenenden zor geçeceğini düşünmekle birlikte gerçek potansiyelimizi gösterdiğimiz takdirde Belçika'yı her iki maçta da yenebileceğimizi düşünüyorum. Genç ve atletik Belçika karşısında tecrübeli oyuncularımızın neler yapacağını göreceğiz...


Yeni bir yapılanma içerisine giren ve yeni dönemden büyük umutlar taşıyan iki futbol ülkesi bu maça kilitlenmiş durumdalar ve olası bir mağlubiyet grupta çok şeyi değiştirebilir. Bu anlamda bu maç Almanya ile oynanacak maçtan çok daha büyük anlamlar taşıyor.

Bu maçta ligin henüz başına denk geldiği için formsuz oyunculardan kurulu kadro ile mücadele edeceğiz ancak aynı şey Belçika için de geçerli ve var olan tarihsel olgunluğumuzu bu maçta göstermeliyiz. Ben Almanya ile oynayacağımız maçta Kazakistan ve muhtemelen Belçika maçındaki takımdan daha iyi bir takım bekliyorum zira Almanya maçı 2-3 ay sonra oynanacak ve oyuncular formlarını yakalamış olacaklar.

Ben daha fazla detaya girmeden milli takımımıza başarılar diliyorum ve artık 2002'deki ve 2008'deki heyecanımızı tekrar görmek istiyorum.

Şükrü Saracoğlu Stadı'nda galibiyet bekliyoruz!

Zuma'nın 22. Çocuğu


Güney Afrika'nın çok eşli Devlet Başkanı Jacob Zuma, 22. kez baba olacak.


Çin'e yaptığı resmi ziyarette kendisine eşlik eden nişanlısı Bongiwe Gloria Ngema'nın hamile olduğu ve yeni yılda bir bebek dünyaya getireceği açıklandı.

Bir çocukları daha bulunan çiftin aralık ayında evleneceği belirtiliyor. Böylece Güney Afrika'nın "first lady"lerinin sayısı da dörde çıkacak.

Nişanlısının hamile olduğu haberi, Zuma'nın ikinci karısından 21. çocuğunun doğmasından 2 hafta sonra geldi.

68 yaşındaki devlet başkanına, daha sade bir yaşam sürmesi ve enerjisinin daha büyük bir bölümünü yoksullukla boğuşan ülkesine sarfetmesi konusunda sık sık çağrıda bulunuluyor.

AA


Ertem Şener'e duyurmak lazım bu haberi.

Schalke - Stuttgart El Ele Kümeye


"Ligin ilk maçı her zaman risklidir." klişesi vardır. Bunun bazen kupadaki ilk maç versiyonu da olabiliyor. Bundesliga'nın iki güçlü ekibi Schalke ile Stuttgart ligdeki ilk iki maçlarında puan yüzü göremediler ve ligin son sıralarına demir attılar. Schalke Hamburg ve Hannover'a, Stuttgart ise Mainz ve Borussia Dortmund'a yenildi. Geçtiğimiz günlerde Uefa'nın düzenlediği elit teknik direktörler toplantısında boy gösteren Felix Magath ve Christian Gross takımlarını galibiyetle tanıştıramadılar. Sezona kötü girdiler...

1 Eylül 2010 Çarşamba

Fırat Topal (Flying Dutchman) İle Röportaj



Blog aleminin en fazla takip edilen ve en çok beğenilen bloglarından Flying Dutchman blogunun yazarı Fırat Topal ile keyifli bir röportaj gerçekleştirdik. Kendisinin blogundan bahsetmek gerekirse; genelde işin teknik taktik kısmından ziyade magazinel yönüne ağırlık veriyor ancak ben kendisinin taktik konusunda da iyi bir gözlemci olduğunu düşünüyorum. Bu yöne de biraz ağırlık vermesini tavsiye ederek soruları 16 Ağustos'ta sorduğumu ve bazılarının güncelliğini yitirmiş olabileceğini ekliyip röportajı takdim edelim efenim...

...

Fırat Topal kimdir ve nasıl Galatasaraylı olmuştur?

15 Ocak 1981 yılında Istanbul-Kadıköy’de dünyaya geldim. 25 yıllık öğrenim ve iş hayatından sonra 2007 yılında Hollanda’ya yerleştim ve halen burada ikamet etmekteyim. Galatasaraylı oluşum ise 1987’ye gider. Hiddink’li PSV’nin Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası’nı kazandığı 1987-88 sezonunda aldığı tek yenilgi Galatasaray’a İstanbul’da 2-0 mağlup olduğu ama kendi evinde 3-0 kazandığı için turu geçtiği maçtır. İşte ben Galatasaray’ın kazanmasına rağmen kaybettiği o maçın sonunda Galatasaraylı oldum. Tabii bunun bir Hollanda takımına karşı olması da ayrı bir tesadüf.

- Blog açmaya nasıl karar verdiniz ve başlarken koyduğunuz hedefe ulaştınız mı?


Blog açma kararım tamamen spontane ve 1 günde alınan bir karar oldu. Hayatım Futbol web dergisini beraber yaptığım arkadaşım, şu anda da blog yazarı olan Tuncay Yavuz bana, “şöyle bir şey var sen de başlasana” dedi. Ben de açılış yazısı bile yazmadan pat diye başladım. O gün evde olmasam bugün Flying Dutchman diye bir şey yoktu belki de anlayacağınız, bir planla olmadı yani. O yüzden pek bir hedefim de yoktu. Ama işler ilerledikçe kendimi bilgilendirmek ve bu bilgilerimi insanlara aktarmak gibi bir isteği oluştu. Ve tabii de eğlenmek. Hepsine ulaştım sayıyorum kendimi.

- Türkiye'nin en çok ziyaret edilen ve en beğenilen bloglarından birine sahipsiniz, belki de en tepedekine. Popüler olmak nasıl bir duygu? :)


Açıkçası insanın yazdıklarının okunması güzel. Ancak ben hep okuyucu kitlemin ve tartıştığım insanların belli bir düzeyde olduğunu düşündüm. Popülerliğin böyle bir yararı oldu bana. Kaliteli birçok insanla tartışma ve fikir alışverişinde bulunma fırsatı verdi bana. Yoksa popülerlikten sadece “tanınmak” kalıyorsa geriye çoğu zaman içi boş olabiliyor.

- Hollanda'da yaşayan bir Galatasaraylısınız ve bana göre blog aleminin en objektif yazarlarından birisiniz. Mesela Miroslav Stoch transferini değerlendirme yazınızı siz yazmasanız bir Fenerbahçeli yazmış zannederdim. Keza Almanya'da yaşayan Borges blogunun sahibi Orhan Uluca da Fenerbahçe ve Beşiktaş'tan bahsederken objektif davranıyor. Yurtdışında yaşayanların ligimizin ortamına bakışı farklı mı oluyor sizce?


- Sanmıyorum, bu tamamen olaya bakışla alakalı. Ben olaylara üçüncü bir şahsın gözünden bakmayı ve kendini eleştirmeyi ergenlik çağından beri kendime hayat felsefesi olarak edinmiş bir insanım. Bunun yanına bir de kimsenin kendiniz gibi düşünmek zorunda olmadığını ve farklı her görüşe saygı duymanız gerektiğini ekliyorsunuz. Yurt dışının belki bu sonuncu noktaya etkisi olmuştur. Hollanda hoşgörünün üst düzeyde olduğu 200 farklı milletten insanın yaşadığı bir ülke. Bu insanlarla beraber yaşamak için farklılığa saygı duymayı öğrenmelisiniz. E bu empati yapmayı yani kendini karşındakinin yerine koyma özelliğinize de katkı yapıyor. Belki o yazılanların alışılmışın dışında olmasının sebebi budur. Türkiye’de insanlar daha çok kutuplaşmış görüşlerden ve sivrilikten besleniyor.

- Sizce iyi bir blogun özellikleri neler olmalıdır?

Bu tamamen tarza gore değişir. Örneğin, amatör futbolla ilgilenen bir blog eğer sadece bir takımla ilgili yazı yazıyorsa bu çok hoş durmaz elbet. İçerikten çok üslup ve tavrın daha belirleyici olduğunu düşünüyorum. Zira o taraf yerine oturunca içerik de ister istemez kendini geliştirmeye başlıyor. Benim blogun ilk senesindeki yazı stilim ve yazdıklarımın iiçeriğiyle son 2 yıldaki stil ve içerik birbirinden çok farklı. Belki de cevap budur. Blog yazarı kendisini de geliştirebiliyorsa bunu zaten er ya da geç anlıyorsunuz. Yoksa sinema, müzik, futbol, amatör sporlar üzerine olması bir blogu okunur hale getirmiyor.

- Ülkemizdeki blogların sayısı bir hayli fazla. Sizce ilerleyen zamanlarda, örneğin 5-10 yıl sonra, spor gazeteleri önemini yitirir, bloglar daha da fazla önem kazanır mı?

Sanmıyorum. İnsanlar bu bilgi veya yorum kaynaklarını okuma alışkanlığını büyük ihtimalle bırakmazlar ancak hiçbir zaman gazetelerin yerine koyulacağını düşünmüyorum. Bloglar okuyucuyla ilişkinin daha sıkı olduğu bu yüzden de karşıdan geri dönüşü doğrudan aldığınız, okuyucunun kendisini sohbetin içinde hissettiği daha informel bir ortam. Gazeteler ise daha kitleci davranmak zorundalar. Ancak Simon Kuper’in bir lafını da hatırlatmak gerek “bir gün patronum bana gelip, ‘senin yazdığın ve karşılığında para aldığın her şeyi bu insanlar daha iyi yapıyorlar ve para da almıyorlar’ diyecek diye ödüm kopuyor.”

- Şu an takip edip beğendiğiniz bloglar hangileridir?

Ben uzun yazıyı yazmayı severim ama çok zor okurum. Bu tabumu yıkan adamların başında Noat SamisA blogu gelir. Kendisinin blog dışında da görüşlerini severim. Çok kaliteli bir yazar olduğunu düşünüyorum. Kendisi hakkında bu çok söyleniyor ama Salih sırf 4-4-2, 4-3-3, 4-3-2-1 rakamların ıyanyana yazıp üzerinden ahkam kesen bir adam değil. Yazısında dizilişle ilgili 3 tane rakam görüp kendisini bu kalıba sokmak büyük haksızlık. Aslında bizzat bugünkü futbolun ne olduğunu anlatıyor. Bunun dışında Borges’i ve PcLion FC’yi takip ediyorum. Hatta yoğunluk sebebiyle bu 3 blog dışında düzenli takip ettiğim bir blog yok gibi. Sportif Cümleler’in de başlıkları mailboxıma düşüyor, ilginç gördüğümü girip okuyorum.


- Ligimize geçelim. Galatasaray lige kötü başladı ve Frank Rijkaard'ın yaptığı hamleler tartışıldı. Hatta gidip kalması konusu bile tartışılmaya başlandı. Ben Rijkaard'a en az 1 yıl daha sabredilmesi gerektiğini düşünüyorum. Rijkaard ve Galatasaray ikilisi hakkındaki görüşleriniz nelerdir?

Aslında bu çok uzun bir konu ki defalarca çok uzun halde yazdım. Galatasaray’da kötü giden işlerin bir tek Rijkaard’da bitmediği açık. Ondan önce iddia makamının önüne gelmesi gereken bir yönetim tarzı ve Adnan Sezgin-Adnan Polat ikilisi var. Ancak dünyanın her yerinde teknik adam, futbolcudan da yönetimden de önce kellesi alınan adam olmuştur. Ben Rijkaard’ın Galatasaray ve Balkan-Akdeniz karışımı kültüre ayak uyduramadığını (ki bir Hollandalı olarak çok normaldir), dahası uymaya çalışırken de kendi prensiplerinden saptığını düşünüyorum. Ama bunun sebebi de mevcut ortam. Yani zaten Rijkaard’ın tüm hayat felsefesini zorlayan bu ortam bir de onu yanlış kararlar almaya itiyor. Ben o yüzden en az Galatasaray kadar kendisi için de görevde kalmasının kendisi için çok yarar getireceğini düşünmüyorum. En azından kısa vadede. Galatasaray Rijkaard’ı sadece şampiyonluk için getirdiyse sorun yok beklenir. Ama ben Rijkaard gelirken, yanında Neeskens’in de varlığı sebebiyle bir “yapılanmanın” hayalini kuruyordum. Kulübün bugünkü ortamında bu işin olmayacağı çok belli oldu.

- Galatasaray'ın geçen yılki en sorunlu bölgelerinden biri orta üçlüydü. Hem defansif hem de ofansif anlamda sıkıntı çektiler. Mustafa Sarp, Ayhan ve Mehmet Topal üçlüsünün yaratıcılıktan uzak ve hücuma destek vermeyen bir görüntü içerisinde olduğu söylendi. Arda ve Elano tercihleri de o bölgede etkili olmadı. Ve o bölgeye var olan oyunculardan çok da farklı olmayan Lorik Cana transfer edildi. Kariyeri toplam 10 gol atmamış bir isimden bahsediyoruz. Yönetim bu konuda sizce bir yanlış yaptı mı ve size göre kim transfer edilmeli?

Ben futbol takımlarının kişilerin değişmiyle bir yola girdiğini bugüne kadar görmedim. İyi yakalanan esiller ve kurulan istikrarlar bunun istisnasıdır. 2000 Galatasaray orta sahası veya bugünkü La Masia’nın ürünleri gibi. Ama genelde futbol takımları kendi zaaflarını, diziliş, felsefe gibi değişkenlerle oynayarak bertaraf ederler. Ben ne Barış Özbek, ne Mustafa Sarp ve hatta ne Ayhan’ın futbol bilgisi kıt, yeteneksiz isimler olduğunu sanmıyorum. 2 sene önce şampiyonluğu getiren 2 adamdan birisi ve bence baş mimar olan Mehmet Topal bu ülkeden “düz futbolcu” olarak yollandı. Bu üstteki soruyla bağlantılı. Galatasaray son 2 yılda maalesef bireysel bazda da futbolcuların geri gittiği bir ortam oluşturdu. Orta saha kötü tamam ama misal sizce Keita Florya kariyerinin son 3 ayında ilk 3 ayındaki gibi miydi? Ya da Elano böyle bir adam mı? Şahıslardan çok kulübün içinde bulunduğu kaos ortamının şahısların kendilerini işlerine vermeleri ve her anlamdaki disiplinini de olumsuz etkilediğini düşünüyorum.

- Geçen sezonun başında Arda Turan Galatasaray kaptanlığına getirildi. "Yeni Metin Oktay" damgası vuruldu, sırtına da 10 numaralı forma geçirildi. Siz bu tercihi doğru buluyor musunuz ve Arda'nın kaptanlığı hakkındaki görüşleriniz nelerdir?

Futbol takımlarının kaptanlığı bana sorarsanız lider özelliği olduğu kadar baskıya karşı koyabilen, karakterini kontrol edebilen ve etki-tepki prensibiyle hayatını yürütmeyen isimlere verilmeli.Cüneyt Tanman bu anlamda müthiş bir adamdı ve benim için gerçek anlamda “Büyük Kaptan”dır. Bülent Korkmaz’a da haksızlık yapmayalım, her ne kadar onun sinir kontrol mekanizması çok sağlıklı olmasa da kaptan sıfatını sonuna kadar hak eden bir adamdı. Arda Turan üzerindeki bu sorumluluğu ve kaptanlığı “en çok Galatasaraylı olmak” ile karıştırdı ve her fırsatta bunu göstermeye çalıştı. Cüneyt Tanman’ın kaptanlığı bir kere bile gözümüze batmazdı. Bilirdik onun orada olduğunu ama 90 dakika boyunca bizi rahatsız etmezdi. Gerard’ın da Liverpool’da bu rolde olduğunu düşünüyorum.


- Fenerbahçe'de Aykut Kocaman dönemi başladı. Bu yeni heyecanla ilgili neler düşünüyorsunuz?

Ben Aykut Kocaman’ı hiçbir zaman belirtildiği gibi büyük işlere imza atmış, bu ülkeye gelmiş en büyük futbol zekalarından birisi olarak görmedim. Somut işleri de bana gore bunun göstergesidir. Aykut’a duyulan bu hayranlığın, 15 yıl önce Trabzon’da kazanılan şampiyonluktan sonra ortaya çıkardığı takdir edilen kişiliğinden de kaynaklandığını düşünüyorum. Ama örneğin, benim için Abdullah Avcı çok daha önemli bir teknik adam.

- Beşiktaş'ın Schuster, Guti ve Quaresma transferleri hakkında ne düşünüyorsunuz?

Her sene ligin bir FC Hollywood’u olur Türkiye’de. Guti transferi kesinlikle çok iyi bir hamle. Sahada yaptıklarından çok antrenmanda Beşiktaş gençlerine anlatacağı hikayeler bile yetebilir yaptığı katkıyı anlatmaya. Quaresma transferini o kadar önemli bulmuyorum örneğin. Misal John Carew Türkiye’ye geldiğinde bana gore kariyeri Quaresma’dan daha geride bir adam değildi. Hep söylediğim gibi futbolcuların performansını saha kenarında yaratılan ve içeride uygulanan taktik belirler. Maçları futbolcular değil mentalite ve planlar kazanır. Aksi halde Büyükşehir Belediye’nin bu takımı 2-0 mağlup etmesini anlatamayız kimseye. Guti’yi istisna yapan onun dünyanın tescilli gelmiş geçmiş en büyük kulübünde, bir dolu “galaktik” yıldızın arasında istikrarını koruyarak buraya gelmesi. Guti’den daha iyi bir transfer ancak Ryan Giggs olabilirdi herhalde.

- Bu sene ligimizden genel beklentileriniz nelerdir? Şampiyonluk adayınız kimdir?

Bursaspor, sanırım alttaki soruyla beraber cevaplayayım.

- Bursaspor ligimizin 5. şampiyonu oldu. Eğer bu sene bir Anadolu takımı şampiyon olacaksa en yakın aday hangi takımdır?

Yine Bursaspor. Geçtiğimiz yılki şampiyonluğa Bursalılar da dahil kimse inanmadı son ana kadar. Şampiyonluğun ardından ise Bursa’nın yaptığı, bana gore “düşünce devriminden” çok Fenerbahçe’nin yaşadığı kaos konuşuldu. Bus ene başında herkes, şampiyonluğun bir rüzgar sonucu olduğunu düşünüyordu. Şimdi Bursaspor bunun böyle olmadığını ve bunun istikrara çevrilebileceğini de kanıtlamak zorunda. Bu da ayrı bir düşünce devrimi demek. Anadolu’dan bir şampiyonluğu bırakın, teknik direktör ve futbolcu istikrarı olan bir Anadolu takımının şampiyonluğu seriye dönüştürmesi. Bunu kesinlikle yapacak güçteler. En azından şu dahi çok önemli. İlk kez Türkiye’de bir Anadolu takımında görev yapan bir hocanın hedefi 3 büyüklerin başıan geçmek değil. Ertuğrul Sağlam’ın bundan sonraki hedefi bana gore 2. sınıf bir ligin kafa takımı (Olympiakos, Panathinaikos, Benfica, Anderlecht, Twente) ya da 1. sınıf bir ligin orta sıra takımları olmalı (Köln, Parma, Lille, Bolton gibi).


- Milli takımımızda Guus Hiddink dönemi başladı. Siz Hollanda futbolu uzmanı olduğunuz için konuya daha hakimsiniz. Biz şu anki mücadeleci yapımızın yanına taktik disiplin de
katabilecek miyiz?


Milli takım hocalığı minimizasyonunda zirveye çıkmış bir adamdır Hiddink. Ülkede sadece 35-40 gün geçirmesine rağmen önemli bir futbol değişimi yaratabilir. Hiddink, bazı teknik adamların aksine kendi kafasındaki, optimum gördüğü taktiğin peşinde koşmak yerine gittiği ülkeye kendini uydurabilen bir adam. Bu yüzden Batı Avrupa’nın taktik disiplininden çok, Türk insanının kendiine avantaj getirecek özelliklerinin üzerine gidecektir. Süratli oyun, teknik kapasite ve karmaşadan beslenen felsefe gibi. Uzun süreli yapılanma için bana gore Ersun Yanal ve Oğuz Çetin’e daha büyük iş düşüyor ama sanırım Yanal’ın federasyonla sorunları mevcut, Oğuz Çetin de henüz böyle bir büyük bir plana girişecek kapasitede değil.

- Futbolda artık defansif takımlar gitgide çoğalmaya başladı. Takımlar genelde çift önlibero ve tek forvet ile oynuyorlar. Bu şekilde başarı da sağlıyorlar. Mourinho'nun Inter'i hücumda kimseye zevk vermedi ama Şampiyonlar Ligi'ni kazandılar. Çoğu taraftarlar da artık güzel futboldan ziyade kupa istiyorlar. Futbolda bariz bir değişim olduğunu düşünüyorum. Siz ne düşünüyorsunuz?

Futbol artık başarıya ulaşmak için çok ufak ayrıntıların dahi önemli olduğu ve saha içindeki bireylerin kalitelerinin birbirine yakınlaşması ile nüansların hayati önem taşıdığı bir spor haline geldi. Özellikle son 15 yılda da hiç olmadığı kadar evrimleşti. Ben bu “zevk” konusunun tartışılması gerektiğini düşünüyorum. Geçtiğimiz hafta sonundaki Leverkusen-Monchengladbach maçı (3-6) birçok kişiye zevk vermiş olabilir ama ben Dünya Kupası’nda 1-0 biten Sırbistan-Gana maçından aldığım tadı almadım. Bu da çok geniş bir konu. Özetle söyleyebileceğim, artık 20, 30 hatta 40 sene önceki o günkü futbol ve futbolcu şartlarıyla başarıya ulaşmış futbol efsanelerini anmak çok gereksiz. Üstelik o efsanelerin bugün başarıya ulaşacaklarına inanmak da mantık dışı. Hep söylerim, 1974 Total Futbol Hollandası ile, 2010 “kimilerine gore” Anti-Futbol Hollandası karşılaşsa kim kazanır sizce? Ben gözü kapalı 1974 takımı diyen herkesle tartışmaya hazırım.

- Dünya Kupası'nı konuşalım. Sizce güzel bir turnuva oldu mu? En çok zevk aldığınız maç hangisiydi?

Şöyle diyeyim, Diego Forlan’ın oynadığı her maçtan oldukça zevk aldım. Zira o maçlar, yukarıda bahsettiğimiz evrimleşmiş futbolun yanına, eski, evladıyelik tatların da olduğu bir mücadelelerdi. Forlan turnuvanın tek “eski tip yıldızı” idi bana gore. Gana’nın maçlarının hemen hepsinden zevk aldığımı söylemeliyim. Ama Hollanda’nın kaybetmesine rağmen finalin turnuvadaki en iyi maç olduğunu düşünüyorum. Finali dışarıda bırakacaksak da dramatikliğinden ötürü Gana-Uruguay sanırım. Almanya’nın maçlarını da bu listeye eklemek isterdim ama, onlar da kazandıklarında çok tek taraflı, kaybettiklerinde çok silik kaybettiler. Daha çok dengenin hüküm sürdüğü maçları tercih ediyorum.

- İspanya iki yıl önce AVrupa Şampiyonu, ardından da Dünya Şampiyonu oldu. Bu nesili iyi kullanıyorlar. İspanya'nın oynadığı futbol artık bu işin sonu mu? Daha ne kadar ilerletebilirler?

Bu nesil, Xavi’nin yerine Fabregas, Iniesta’nın yerine Pedro ve yeni La Masia ürünleri ile devam edecektir. Tabii Barcelona’nın nasıl gideceği de merak konusu. Bir de tabii o futbol ülkesinin topluca tek bir kütle gibi hareket etmesi çok önemli. Aragones’in 2008’de yarattığı sistem, o adamları kendi takımında kullanan Guardiola, bu ortamı hiç bozmadan daha güçlendirmenin yolunu arayan Del Bosque. Hiçbir teknik adam bir diğerine ders vermeye çalışmadı. Örneğin bizde milli takım hocası, kendi takımında yedek kalan admı bırakın aday kadroya almayı ilk onbire koyma gibi işlere başvurur zaman zaman. İspanyolar böyle maceralara girmediler. Bence bu işi bozmadan 4-6 sene arası gidebilirler.

- Hollanda geçmiş yılların aksine güzel futbol yerine artık kupa hedefiyle başladı Dünya Kupası'na. Ancak yine kazanamadılar. Hollanda'nın sürekli ikinci olması genlerinde mi var?

Bence bu ikincilik ile diğerleri arasında farklar var. 1974 ve 1978 ikinciliklerinde turrnuvanın en iyi takımı olarak görülüyorlardı ve ev sahiplerine kaybettiler. Afrika’da ise herkes köklerine ihanet etmiş bir takım görüyordu. Howard Webb, Sneijder’ın kornere giden frikiğini auta dönüştürmese bugün soruda şeytanın bacağını kıran Hollanda’yı konuşuyorduk belki de.

- Hollanda'nın bu sert, agresif ve temposu vasat oyunu Hollandalılar ve medya tarafından nasıl karşılandı?

1974 ve 78’in futbolcuları, başta Cruijff olmak üzere burun kıvırdılar tabii ki. Ama Bert van Marwijk’ın kişiliği bu eleştirilri çok iyi eritti. Dürüsttü bir kere Van Marwijk. “Total Futbol’u artık unutun ben maç kazanmak istiyorum” diyerek yola çıktı. Bu dürüstlüğünü sahada da görünce, halk % 99 oranında destek oldu ona. Kimse finali kaybetmeyi bir başarısızlık olarak görmüyor. Takımlarının sahada ne oynayacağını biliyorlar.

- İngiltere'nin çok kötü bir performans göstermesinin sebebi neydi?

Sakatlıkları ilk sıraya yazdıktan sonra, her turnuvada kronik hale gelmiş, çok şey beklenen oyuncuların vasatı bile bulamalarını ilk sebep olarak görüyorum. Bir de tabii takım Capello takımlarından beklenmeyecek ölçüde saha içi disiplininden uzaktı. Öyle ki, Capello gibi bir adam Almanya maçının ikinci yarısında, 2012 elemelerini düşünmeye başlamıştı. İngiltere’nin her büyük turnuvadaki kusurları bu derece istikrarlı iken (kaleci hatalarını da ekleyelim), buna çözüm bulamamaktaki stikrarları da ilginçtir.

- Ben Türkiye'ye en çok Arjantin'i benzettim Dünya Kupası'nda. Gruplarda aşırı motivasyonla sıkılmadan galibiyetler aldılar ancak Almanya karşısında hiçbir şey yapamadılar. Maradona'nın teknik direktörlüğü hakkında neler düşünüyorsunuz?

Çok iyi şeyler düşünmüyorum. 2 konuda oldukça zaafı olduğunu düşünüyorum. Nir takımla olan ilişkileri. Teknik adamla futbolcu arasında hep bir sınırın olması gerektiğini düşünürüm. Siz eğer gol atmış oyuncunuzun sizin sırtınızı yere getirip üzerinizde tepinmesine izin verirseniz, işler kötü gittiğinde disiplin sorunları yaşamaya hazır olmanız gerekir. Ama en önemlisi Messi’nin son 2 sezonki futbolunu, Messi’ye ithaf etmesi ve onu günü her anlamda kurtaracak bir adam olarak görmesiydi. Ama şöyle bir fark vardı, Messi “günü kurtaran adam” değildi, “günü kurtaran takım”ın oyuncusuydu. Bir dişlisiydi.

- "Takım oyunu" lafı artık dilimize pelesenk olmuş laflardan biri. Hakikaten de artık yalnızca Messi ile Cristiano Ronaldo'yla, Rooney'le maç kazanılmıyor. Cezayir İngiltere'den daha disiplinli oynayıp 1 puanı kapabiliyor. Bu durum ile ilgili neler düşünüyorsunuz?

Bunu aslında yukarıda çok sık dile getirdim. Bu soruya esprili bir cevap vereyim. When Saturday Comes aylık dergisi, turnuvadaki her maçın yorumunu yaptığı Ağustos sayısında İngiltere-Cezayir maçının karşısına sadece “Jesus Christ!” yazmış. Yani o maçın sonucu pek yukarıdaki gerçekten değil 2 takımın insanı kafaya silah dayayacak bir psikolojiye sokması.

- Genellikle "güzel futbol" dendiği zaman akla hemen 4-3-3 gelir. Ancak durum bana göre böyle değil. Dünya Kupası'nda Şili'nin 3-4-3 sistemiyle oynadığı futbol herkes tarafından beğenildi. Keza Löw'ün 4-2-3-1'i de mükemmel işledi. Sizce asıl önemli olan nokta oyuncuların sahaya dizilişi mi yoksa sahada ne yapmaları gerektiği mi?

Her ikisi de. Dizilişler bir takımın kendi zaaflarını ve güçlü yanlarını bilerek tasarlanmalı. Keisuke Honda gibi bir adamınız varsa 4-1-4-1’i rahatlıkla oynar, uçtaki 1’e de onu yerleştirirsiniz. Sneijder-Kuijt-Robben gibi forvet arkasında 3 yaratıcı adamınız varsa 4-2-3-1 oynayabilirsiniz. Maicon ve Dani Alves gibi 2 adamınız varsa 3-5-2 oynamak sizin için bir seçimden çok gerekliliktir. Yani dizilişleri elinizdeki oyuncu yapısı belirler. Zaten onu doğru belirleyince futbolcuların saha içinde kendi karakterlerini göstermeleri yeterlidir.

- Genellikle takımlarımızın scout sisteminin çok kötü olduğu ve yalnızca göz önündeki futbolcuların transfer listesinde olduğu söylenir. Takımlarımız Dünya Kupası'nda güzel oynayan ve bonservis bedeli de çok olmayan birçok futbolcuyu dahi transfer listesine almadı. Örneğin Uruguay'ın önliberosu Arevalo'yu ben beğendim ve bonservis bedeli yanılmıyorsam 5 milyon euro. Neden hiç gündemlerine almıyorlar? Göz önünde olanlar yine Forlan, Mesut, Müller vs. Bu konuda neler düşünüyorsunuz?

Türk takıları bugüne kadar hangi kupa veya organizasyonda scout mekanizmasını iyi çalıştırdı ki bu kupada bekliyoruz. Bence bu kupalardan öte, hala bana gore büyümekte olan bir lig olarak U-21, U 20, U-19 ve U-17 turnuvalarına düzenli olarak oyuncu avcısı göndermemiz lazım ama ne ironiktir o futbolcuların peşine dünyanın en zengin kulüpleri gidiyorlar. Sebebi çok fazla uçak bileti ve otel odası satın alacak paraları olduğundan mı? Değil elbette. Bu bir mentalite işi. Biz araştırma, uzun süreli planlama ve analizden çok kesin kısa dönemli çözümlerden hoşlanan bir toplumuz. Futbol kulüplerini yönetenler de o toplumun içinden çıkınca bu tür analizleri aramak saçma. Bu ülkede bilgisayar teknolojsini kullanan Ersun Yanal’a, “lap-top hocası” dediler biliyorsun.

- Avrupa'da bu sezon hangi takımları favori görüyorsunuz? Ligleri hangi takımlar şampiyon bitirir?

Hollanda’da Ajax geri dönüşü yapabilir sonunda. Diğer liglerde bir iim seçmekten hoşlanmıyorum ama Guardiola’nın makinesiyle Mourinho’nun tılsımının sonucunu merakla bekliyorum. Müthiş bir şans bizim için bu. Mourinho’nun bu her daim meydan okuyan tavrını oldukça seviyorum. Geçtiğimiz sezon Nou Camp’taki yarı final rövanşındaki oyunu çok eleştirildi. Adeta “ben tek maçta defans yaparak değil, 38 maçlık maratonda da onları yıkabilrim” diyebilmek için Real’in başına gitti. Sürekli kendisine bir hedef koyabilen bir adam. Keşke İspanya, İskoçya Ligi’nin 20 takımlı versiyonuna dönüşmeseydi de La Liga’da izlenecek başka şeyler de olabilseydi.

- Türkiye'de ve dünyada beğendiğiniz futbolcular kimlerdir?

Çok acaip gelebilir ama Türkiye’de beğendiğim, beni kendisine hayran bırakan bir adam yok. Top ayağına gelsin diye dua ettiğim adam da. Sadece gençlerin başarılı olmasını arzu ediyorum genel anlamda takım ayırmadan. Dünyada ise Xavi ve Iniesta ikilisine övgü düzmemek ufak bir artniyet göstergesidir bana gore. Messi, Ronaldo gibi isimler bu işin zevkini artıran adamlar elbet ama söz konusu “beğeni” olunca benim için şu anda dünya üzerindeki en beğendiğim futbolcu Ryan Giggs’dir.

- Maç izlerken bir uğurunuz, toteminiz var mı?

Yok, ama Fenerbahçe maçlarında öne geçersek deneyebiliyorum. Gerçi 10 senedir Kadıköy’de bir işe yaramadı :)

- Dünyada desteklediğiniz takımlar hangileri?

Tottenham Hotspur ve Borussia Dortmund.

- Medyadan takip ettiğiniz yorumcular kimlerdir?

Uğur Meleke ve İbrahim Altınsay’ı düzenli olarak okurum. Laf gelmişken, çok konuşulan adam Hıncal Uluç için üzülüyorum. Bazen cidden “tamam bu dediği doğru işte” diyebileceğim şeyler söylüyor ama öyle bir imajı ve o düşüncelerin çıktığı bir kafa yapısı var ki arkasındaki mantığı bildiğimden bir yere koyamıyorum.

- En keyif aldığınız lig, takım ve futbolcu?

Almanya, Barcelona, Messi (iş keyif olunca tercih başka).

- Avrupa'da oynayabilecek yetenekte gördüğünüz Türk futbolcu var mı?

Var tabii. Tonla var hem de. İş yeteneğe kalırsa ben o beğenilmeyen ve futbolu bıraksın denen Mustafa Sarp’ın bile misal bir Bundesliga takımında oynayabileceğini düşünüyorum. Ama yetenek dışındaki karakter, saha içi disiplin ve kontrol konularını kıstaslara eklersek Volkan Demirel ve Semih Şentürk ilk aklıma gelen isimler. Arda da elbette bu listeye konabilir ama bence şu an Avrupa’da bir takıma gitmesi halinde Tuncay’ın durumundan çok da farklı olacağını düşünmüyorum. Karakter ve hedef bu konuda çok önemli. Hasan Kabze’nin hala Avrupa’da futbol oynayacağını kim düşünürdü ki. Montpellier gibi geçtiğimiz yıl Fransa’nın zirvesine oynayan bir takımın forvet hattında.

- Bir dünya karması yapsanız en iyi 11'e kimi koyarsınız?

Yine çok zor. Son Dünya Kupası’ndan yapayım o halde. Taktiği 4-2-3-1 yapıyorum.
Stekelenburg; Maicon-Paıntsil-Pique-Coentrao; Kevin Prince Boateng-Schwensteiger; Xavi-Iniesta-Müller; Forlan

- Bugüne kadar izlediğiniz en iyi 3 maç?

1990-91 Serie A San Siro’daki Inter-Sampdoria maçı, Euro 2000 yarı finali Hollanda-İtalya maçı ve o kadar olsun artık 17 Mayıs 2000 Arsenal-Galatasaray maçı.

- Futbol dışında takip ettiğiniz sporlar hangileridir?

Tenis ve Buz Hokeyini ciddi olarak takip ediyorum.

- 2010 Dünya Basketbol Şampiyonası ülkemizde yapılacak. Bu turnuvada ne kadar ilerleyebiliriz?

Açıkçası basketboldan bir süredir fena halde kopuğum. Bunun sebebi biraz da her turnuvaya büyük ümitlerle girip, basketbolcuların egolarının peşinde eriyen ümitlere tanık olduğum Avrupa ve Dünya Şampiyonaları. Ahkam kesersem bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmuş olurum.

- Son olarak Zarif Hareketler blog hakkındaki düşüncelerinizi alıp bitirelim :)

Güncellemelerin arası biraz daha kısa tutulursa çok daha iyi olur diye düşünüyorum ama bunu bu aralar yoğunluğu had safhada bir adam olarak istemek çok dürüst olmaz diye düşünüyorum. Umarım uzun soluklu olur, tüm bloglar için dileğim bu.

- Eklemek istediğiniz bir şey var mı?

37 soruluk röportaj mı olur kardeşim :). Şaka maka bir daha böyle uzun röportaj verir miyim bilmem. Zarif Hareketler’in ayrıcalığı olsun. Benim için zevkti. Teşekkürler.
- THE SON -

Ne Aramıştınız

''Hayata dair ne öğrendiysem futboldan öğrendim. Çünkü top hiçbir zaman beklediğim köşeden gelmedi.''
Albert Camus.

Popüler Yazılar

Zİyaretçİler

Futbol Blog. Blogger tarafından desteklenmektedir.