Futbol ; Faİr Play, Cesaret, Mücadele ve Zafer...

28 Mayıs 2011 Cumartesi

Lazio'yu Lazlar Kurdu!


Şimdinin spor bakanı, zamanının Trabzonspor başkanı Faruk Özak'ın, bir Trabzonspor - Lazio maçından önce söylediği vecize. İçimden gülmek bile gelmiyor.

Foto: vursamgol.com

24 Mayıs 2011 Salı

Diriliş! (Şampiyonluk Yazıları - 1)


Benim sezon başında Fenerbahçe'den beklentilerim çok yüksek değildi. Bir kez daha son maçta kaçan şampiyonluk, heyecanımı bir hayli azaltmıştı. Daum'un ardından göreve getirilen Aykut Kocaman ise geçmişiyle gurur duyduğumuz fakat teknik direktör becerileri açısından soru işareti taşıyan bir hocaydı. Yeni sezonda Fenerbahçe'de nelerin değişeceği, sezonun neleri getireceği tam bir muammaydı.


Aykut Kocaman takımın başına gelir gelmez fırsatını bulduğu her yerde benzer şeyleri söylemeye başladı:
"Hızlı, sahanın bütününü kullanan, enerjisini 90 dakikaya yayan kollektif bir ekip." Bu teoride gayet güzel, büyük camialara yakışan, heyecanlandıran bir ifadeydi. Daha da güzeli, bu düşünceye uygun transferler yapılmasıydı. Aykut Kocaman önderliğinde transfer komitesi üç hızlı kanat oyuncusu olan Stoch, Caner ve Dia'yı, ardından iyi bir bitirici olan santrfor Niang'ı takıma dahil etti. Ayağına top yakışan, hücumcu takımlarda olması gereken bir de stoper (Yobo) alındı ki benim sezonun başında heyecanladığım ilk an budur. Aykut Kocaman, vaad ettiği oyun tarzına uygun oyuncular aldı, bilinçli transferler yapıldı ve sezonun geri kalanı için teknik direktör açısından benim beklentilerim yükseldi. Bununla birlikte sezonun doğal akışında hocanın da tutarsız davranışları oldu ve beni de ters köşeye yatırdığı anlar oldu ki bunu yazının ilerleyen bölümlerinde değineceğiz.

Fenerbahçe sezona Avrupa maçlarıyla girdi. (Hazırlık maçlarındaki o rezilliklere değinmek istemiyorum.) İlk maç Young Boys deplasmanıydı ve skor olarak iyi fakat oyun olarak rezalet denecek kadar kötü bir sonuç oldu. 2-2 tur için iyi bir skordu fakat görünen şuydu ki, Fenerbahçe'nin bu futbolla Avrupa'da ilerlemesi çok zordu. Ki nitekim öyle oldu, avantaj kullanılamadı. Fenerbahçe önce Şampiyonlar Ligi'nden, sonra da Europa Cup'tan elendi. Bu 4 maç içerisinde Fenerbahçe'nin en iyi oynadığı maç 1-1'lik Kadıköy'deki PAOK rövanş maçıydı. Takım sürekli topa hakim olmuş, pozisyonlar bulmuş fakat sonuca gidememişti. Uzatmalarda gelen gol de Avrupa macerasına son vermişti.


Fenerbahçe lige vasat bir giriş yaptı. İlk 5 haftada 2 mağlubiyet 1 beraberlikle 8 puan kaybetmişti ve sıralamada 9.luğa kadar gerilemişti. Puan tablosu şöyle dursun, Fenerbahçe bu durumu toparlayacak gibi de durmuyordu. Sezonun kalanı için karamsar olmaya yetecek kadar sebep vardı.


Ardından Fenerbahçe ilk kez üst üste 3 maç kazandı. Kasımpaşa, Gençlerbirliği ve Konyaspor maçları 13 gol atılarak kazanılan maçlardı. Ancak Fenerbahçe kazanmasına rağmen tat vermiyordu. Takımın oyununda kopukluk, defansında delik, orta sahasında başıboşluk vardı. Ve de Fenerbahçe'nin yıllardır üstünlük kurduğu büyük ya da diğer bir deyişle "hedef" maçlardaki durumu değişmişti. Takım kendi evinde yıllar sonra Galatasaray'a puan verirken Beşiktaş'la berabere kalıyordu.



Ve belki de sezonun da hikayesini değiştiren, sürekli konuşulan o konu: Alex ile Aykut Kocaman arasındaki husumet, belki puan kayıplarına neden oldu fakat ilerisi için gayet güzel bir ilişkiydi. Aykut Kocaman'ın oynatmaya çalıştığı hızlı futbol, hızlı oyuncularla oynanacaktı. Hızlı oyunun bir dezavantajı da top kayıplarının fazla olabilmesiydi. Top kaybedildiğinde de ilk baskı ileride, ardından geride yapılmalıydı. Alex'i yıllardır izliyoruz. O hiçbir zaman böyle bir oyuncu olmadı. Pres yapan, takımın alan savunmasına katkı yapan ya da rakibin ayağına kayan bir orta saha değildi. Top rakipteyken haliyle Fenerbahçe orta sahası 1 eksikle oynuyordu. Geçmiş yıllarda Fenerbahçe orta sahasının defansif elemanları bu açığı giderirken (Aurelio, Selçuk, C. Baroni, Emre), bu sezon o açık kapatılamadı. Zira kötü girilen sezonda futbolcular da kötüydüler ve özellikle Fenerbahçe orta sahası defans yapamıyordu. Emre tek başına yetmiyordu. Haliyle top rakipteyken pres yetersizliği bu sezın daha net gözüküyordu. Aykut Hoca bunun faturasını Alex'e kesti. Onun takımın defansına yardımcı olmasını, en azından oynadığı alanı genişletip koşu mesafesini arttırmasını istiyordu. Ve bunu başardı. Alex değişti. Artık daha çok fiziki mücadelede bulunan, adam kovalayan, hatta rakibin ayağına kayan bir adam haline geldi. Buna ileride taktiksel anlamda da değineceğiz. Şimdilik burda keselim.

Ligin ilk devresi bittiğinde şöyle kötü bir tablo vardı Fenerbahçe adına: Fenerbahçe ligin üst sıralarındaki takımların hemen hemen hepsine boyun eymişti. Trabzonspor, Bursaspor, Gaziantepspor gibi takımlar Fenerbahçe'nin galip gelemediği takımlardı. Keza Ankaragücü mağlubiyeti de son derece kötüydü.
Fenerbahçe her anlamda istikrarsız (skor ve oyun) gidedursun, Trabzonspor ligde almış başını yürümüştü. İkinci yarıya başlamadan evvel Fenerbahçe ile Trabzonspor arasındaki puan farkı 9 idi. Ancak ne olduysa oldu, Fenerbahçe ikinci yarıya bambaşka girdi, bugün sürekli övülen o "takım" olma olgusunu yarattı ve üst üste galibiyetler geldi.


Ligin ikinci yarısının ilk maçı olan Antalyaspor maçı, Fenerbahçe'yi bu günlere sürükleyen maçtı bana kalırsa. Hem skor olarak hem de oyun olarak. Neden oyun olarak diyeceksiniz? Zira genelde Fenerbahçe'nin oynadığı futbol beğenilmemişti, hatta 1-0'ın ardından skoru koruma adına takımın defansa çekilişi de yadırganmıştı. Ancak ben olaya diğer boyutundan bakmıştım. Fenerbahçe en azından defans "yapabilmişti." Ve bu defans anlayışı, bilinçli bir davranıştı. Takım en azından bir şeyi yapmayı "becerebiliyordu." Bir şeylerde değişim, gelişim vardı. İlerisi adına umut verici şeyler! Neydi bu? Fenerbahçe ligin ilk yarısında ne defansı ne hücumu net olarak beceremeyen, oyunun genel akışına kapılan, bilinçsiz bir takımdı. Top kaybedildiğinde takımın ceza sahası ile orta sahası arasında bir kara delik oluşuyordu. Takım savunması denen bir şey yoktu; alanlar kapatılmıyor, pres yapılmıyor, rakibin top yapmasına izin veriliyordu. Antalyaspor maçında değişen şey ise tam olarak buydu. Fenerbahçe rakibine önlem almıştı. Tita ve Necati'nin kanatlardan içeri sızmamaları için kanat beklerine yardımcı olarak orta sahalara görev verilmişti. Rakibin iki tehlikeli oyuncusunun verimi böyle düşürülmüştü. Ve top rakibe geçtiğinde artık Fenerbahçe 10 kişiyle topun arkasına geçiyor, alanı daraltıyordu. Gökhan Gönül'ün sürpriz golü, bu defans anlayışını iyice bilinçli hale getirdi ve Fenerbahçe 1-0'ın ardından bu anlayışı daha güzel bir biçimde devam ettirdi ve galibiyet serisinin ilk ayağını tamamladı.

Ardından yapılan 16 maçla ilgili çok şey söylenebilir fakat uzatmayalım. Trabzonspor maçındaki muhteşem atmosfer çok güzeldi misal. Taraftar ve futbolcu bütünleşmesiyle birlikte bir camianın bir maçtan nasıl galip çıkabileceğinin güzel, canlı bir örneğiydi. Rakipleriyle aralarındaki puan farkının inmesi için müthiş bir çaba gösteren Fenerbahçe, maçın tamamında oyuna hakim oldu ve maçı 2-0 galip tamamladı. Artık ilerisi adına daha umutla bakılabilirdi. Ki, hem skor hem de oyun olarak Fenerbahçe ilk yarıya göre biraz daha düzelmişti. Orta saha oyuncularının gayretleri Alex'i itelemiş, Alex ikinci yarının yıldızı olmuştu. Gitti denilen maçları aklıyla çevirmişti. Beşiktaş maçı, Galatasaray maçı, Buca maçı; onun geride olan takımın seyrini tümden değiştirdiği maçlardı.


Alex'e yardımcı olan oyuncular ise Gökhan Gönül, Andre Santos, Mehmet Topuz, Emre Belözoğlu, stoperler, biraz Niang ve sonlara doğru Stoch'tu. Hatta Buca maçını skor olarak çeviren adam Güiza dahi aldığı minik sürelere 1 gol sığdırıp maç çevirmişti.

Fenerbahçe'nin ikinci yarıda aldığı sonuçların yanında oynadığı oyunu eleştirebilirsiniz, ki ileriki yazılarda buna detaylarıyla değineceğiz, takımın çoğu maçta iyi oynamadığı gerçeği var. İyi oynuyormuş gibi olan ama aslında hep diken üstünde gittiği maçlar var. Ama sürekli kazanan takımda bunlar çok konuşulmadı. Fakat...


Üstün çaba, gayret, motivasyon, adanmışlık... Adına ne derseniz deyin; Fenerbahçe ligin devre arasından yenilenmiş olarak çıktı, birçok şeyi düzeltti ve şampiyonluk için kenetlendi. Ve nitekim sezonu galip tamamladı.

Benim Fenerbahçe hakkındaki ileriye dair görüşlerim ise son derece karamsardı. Hatta çeşitli yerlerde yazdığım yazılarda hep aynı şeyi söyledim, sürekli temkinli oldum. Trabzonspor maçından sonra dahi benim şampiyonluk beklentim pek yoktu. Zira Fenerbahçe aslında çok da iyi oynamıyordu. Alınan puanlar güzeldi fakat ben takımın bir yerde tökezleyeceğini tahmin ediyordum. Şu maçta olur, şu maçta olur diye diye sezon sonuna geldik. Ben de bir kez daha Fenerbahçe adına tahmin yapmanın ne kadar zor, dahası ne kadar boş olduğunu anladım. Belki de bu yüzden seviyoruz ya biz bu takımı... Tahmin edilemezliği, bünyesinde sürprizlere çoğu zaman yer vermesi, bitti denilen yerlerde dirilip, favori olmadığı maçları kazanması, "son 20 yılın en kötü sezonunu geçirecek" (Mehmet Demirkol'a selam olsun) diye tahmin yaptırıp sezonu şampiyon tamamlaması... Şusu busu. Fenerbahçe bu yüzden güzel. Fenerbahçe bu yüzden büyük. Fenerbahçe bu yüzden rakiplerinin en büyük korku, en büyük nefret kaynağı. Maçlar ya da şampiyonluklardan daha başka bir şey bu: Rakibinin en güzel sezonunda, en güzel oynadığı maçta, sana pozisyon vermediği maçta bir frikikle (Johnson'a saygılar) galip gelmektir Fenerbahçe. Ve sürekli kazanmaktır!


Not: Şampiyonluk yolunda sezon içerisinde nelerin olup bittiğine dair yazılar devam edecek. Yazılacaklar listesinde Aykut Kocaman'ın taktiksel ve psikolojik katkısı, Alex'in hikayesi, gelecek sezona dair beklentiler ve TS ile ilgili konular olacak. Yakında.

23 Mayıs 2011 Pazartesi

Öyleyse Bağırın Ulan Fenerbahçe Çok Yaşa Diye!

Andre Santos perdeyi açtı, Selçuk ipten aldı, kaptan rahatlattı. Tüm sezon boyunca Türkiye'nin 4'te 3'ünü karşısına alan koca takım, herkese ve her şeye rağmen şampiyon oldu. Hem de ne şampiyonluk!..

16 Mayıs 2011 Pazartesi

Fenerbahçe Şampiyo...


Ankaragücü'nün -haliyle- ekstra motivasyonu, Kadıköy'de pek görmeye alışık olmadığımız bir başlangıca neden oldu. Çok adamla ileride bastılar, seri oynadılar ve Fenerbahçe'nin oyun kurmasını zorlaştırdılar. Zaman zaman da faullerle oyunu soğuttular. Ankaragücü'nün kadrosu, potansiyel bakımından bunu ve bundan daha fazlasını yapabilecek tarzda bir ekip. Yalnızca biraz beceri eksikliği nedeniyle sonuca gidemediler. Fenerbahçe'nin, önceki Kadıköy maçlarında gördüğümüz baskılı oyunu oynayamaması, pozisyona girmekte zorlanması, Trabzon'dan gelen erken gol haberleriyle birleşince taraftarların kafasında "Acaba" diye bir soru işareti belirdi. Ancak durumun farkına erkenden varan Alex, ceza sahasına ikinci dalışında takımına penaltıyı kazandırdı. Bilerek, isteyerek, farkında olarak yaptırdığı bir penaltıydı bu. Takımını öne geçirdi, yetmedi Niang'a bir penaltılık daha pas atınca hem rakibi 10 kişi bıraktı, hem de skoru 2-0'a getirip sarı-laciverte gönül verenleri rahatlattı.

Ard arda gelen şok dezavantajlar olmasa Ankaragücü Kadıköy'den puan çıkarabilir miydi, bilemem. Fakat Fenerbahçe'nin bilinçli ve iştahlı oyunu, zaten golün geleceğini bildiriyordu. Bu sezon gol atılmadan tamamlanan maç sayısının -hele ki Kadıköy'de- çok az olduğu düşünülürse, bu ihtimal biraz hafif kalıyor sanki. Fakat maçın zorluk derecesinin 2-0'dan sonra yüzde 80 oranında azaldığı da bir gerçek.

İkinci yarıyla birlikte Fenerbahçe oyunu rolantiye aldı, rakip de maçı bırakınca boş alanlar çoğaldı; Fenerbahçe pas oyununu çok iyi oynadı ve güzel bir 45 dakika geçirerek maçı tamamladı.

Sahadaki 22 futbolcunun arasında hem oynadığı oyunla, hem attığı gollerle hem de hal ve tavırlarıyla en farklı, en göze çarpan oyuncu her zaman olduğu gibi yine Alex de Souza'ydı. İlk önce tehlikeyi sezip takımını rahatlattı, ardından futbol cambazlığını gösterip saha içerisinde hünerlerini gösterdi, şovunu yaptı kaptan. 4'ü duran toptan olmak üzere 5 gol attı Brezilyalı. 5 golün estetik güzelliği ayrı ayrı tartışılır, hepsinin de yeri ayrıdır. Duran topların hepsini büyük bir soğukkanlılıkta, hiç tereddüt etmeden, aynı köşeye gönderdi. Artık bu tip topları ayağıyla değil resmen zekasıyla atıyor. Hele o ilk penaltının tekrar gösteriminde, Alex'in golü aslında topa vurduktan sonra değil, daha topa vurmadan önce attığını görüyorsunuz. Kalecinin sağ köşeye yatacağını birinci ağızdan öğrenmiş gibi kararlıydı. Topu sol köşeye gönderirken abanmadı, ya da gol olsun diye ölü noktaya göndermedi, dokundu; adeta bıraktı oraya... Bir penaltı ancak bu kadar güzel atılır!

Bana göre bu sonuçla birlikte Fenerbahçe şampiyon oldu. Artık daha önceden 2 kez tecrübeli olsak da, bu takımın Sivasspor'a puan vereceğini sanmıyorum. Hadi oldu diyelim; bir mucize daha gerçekleşti üçüncü kez... Yine de benim için değişen çok şey olmayacak. Sezon başındaki yıkık dökük takımın toparlanıp bu işi buraya kadar taşıması dahi şampiyonluk kadar değerli. Son 17 maçta 16. galibiyetten bahsediyoruz...

2 Mayıs 2011 Pazartesi

Yolun Sonuna Yaklaşıldı


Fenerbahçe'nin iştahlı hali, tribünlerin coşkusu ve rakibin konsantrasyon eksikliğini birleştirince, ortaya zorlanmadan alınan bir galibiyet çıktı. Fenerbahçe maçın büyük bölümüne hakim oldu, rakibi sindirdi ve sağlı sollu ataklarla taraftarını mesh etti. Maçla ilgili yazılacak çok şey yok. Fakat Aykut Kocaman'ın bazı tercihlerinın ve oyuncuların performansının kalan 3 haftada neler getirip getirmeyeceğine bakalım.

Kanat akınları

Gökhan Gönül ve Andre Santos, hücumdaki esnekliklerini, teknik becerilerini ve zekalarını kullanarak fark yaratıyorlar. Gökhan Gönül zaten kendini de aşmış durumda; Alex'e yaptığı ortadan önceki o çabasını Daniel Alves yapsa 2 gün konuşulur. Mehmet Topuz'un yapması gereken işleri dahi kendisi yapıyor; artık ben ona "hücumcu sağ bek" yerine "defansif sağ açık" diyorum. Top Fenerbahçe'deyken her zaman için bekler ileri çıkıyor, orta sahadaki adam sayısı çoğalıyor. GG Topuz'la anlaşmasa da oluyor; her zaman için sağ kanatta fark yaratıyor, defansif anlamda ise maç kaybettirecek kadar bir eksiği yok. Fakat aynı şeyi Andre Santos için söylemek biraz zor sanırım. Bir sol bekten beklenecek kadar hızlı değil, fiziğini de en azından defansif anlamda iyi kullandığı söylenemez. Hücumdaki farklılığını aklıyla yaratıyor. İkiye birler, çalımlar.. bir şekilde ileride aksiyon gerçekleştiriyor. Fakat top kaybedildiği anda görev bölgesine dönüp o defansif direnci gösteremediği de bir gerçek. Pazar gecesi sol stoper Yobo, sol bekliğe evrilmişti neredeyse. Andre Santos bu hantallığını bir an önce düzeltmeli; çok adam kaçırıyor zira.

Defansif Zaafiyet

Yalnızca o mu hatalı geride? Hayır! Fenerbahçe takım olarak topun arkasına geçmesini biliyor; fakat rakibi karşılamayı tam olarak beceremiyor. Oyuncu grubu topun olduğu bölgenin gerisine atıyor kendisini, rakip için de top çevirmek kolaylaşıyor. Rakip ancak ceza yayının civarına geldiklerinde gözleri açılıyor Fenerbahçeli oyuncuların. Alan daraltılmıyor, rakibin pas yapmasına izin veriliyor. Bu sıkıntı şampiyonluğa giderken pek belli olmadı belki. Ve de Pazar gecesi ligin kontratak deyince akla gelen ilk takımı olan; topu rakibe veren, pas yapmayı pek de düşünmeyen takımı İBBspor'a karşı pek tehlike arz etmedi. Ancak ligin pas yapma konusunda vasatın üzerinde, pozitif takımlarından biri olan Karabükspor takımına karşı büyük sıkıntılar çekilebilir.

Stoch'un Güzel Oyunu

Şampiyonluğa giderken ekstra adamlar iyidir. Başrol oyuncularına yardım ederler, oyun sıkışınca devreye girerler, bazen maçı kurtarırlar, bazen de takımları adına en etkili isimlerden biri olurlar. Fenerbahçe bu sezon bunun sıkıntısını çekti. Belli başlı oyuncuların haricinde gol yükünü çeken futbolcu bulamadı takım. Dia'nın hücumdaki alkışlık aksiyonları güzeldi fakat Senegalli'nin bir sorunu vardı: Gol üretemiyordu. Formayı mevkiidaşı Miroslav Stoch'tan alış nedeni büyük oranda daha iyi fiziğe sahip oluşuydu. Çok koşuyor, çabalıyor, ikili mücadelelerde top çalıyordu. Stoch da sürekli kulübede bekliyordu haliyle. Ancak Dia sakatlandı, Stoch'a gün doğdu. Uzun bir aradan sonra ilk kez ilk 11'de sahaya çıktı. Bunca zaman sonra takıma küsmemiş, heyecanını yitirmemiş olması sevindirici. Attığı golün ardından yaşadığı sevinç gösterisi de onun takıma olan aidiyetini gösterir derecedeydi.

Stoch'un Caner ve Dia'dan farklı olan özelliği ne? Her şeyden önce hücumda daha zeki oluşu. Fırsatları daha iyi değerlendiriyor, şut atılacak yerde şut, pas atılacak yerde pas atıyor. Dia'nın bu anlamda bir eksiği vardı. Topu aldığında hem kendisini hem de topu koşturup kalenin dibine kadar götürüyordu fakat o meşhur son hareketi bir türlü yapamıyordu. Sezon boyunca Stoch'un İBB'ye attığı golün pozisyonlarını birçok kez yakaladı, fakat sonuca gidemedi. Ben bu anlamda Stoch'un kalen 3 haftada sürekli oynamasını istiyorum. Her pozisyonun çok değerli olduğu şu haftalarda, bulduğu pozisyonları en iyi değerlendiren sol kanat oyuncusu Stoch'tan başkası değil.

Bir diğer önemli, fark yaratan özelliği de taktiksel olgunluğu. Bu yaşına rağmen pozisyon alma bilgisi ve koşu yeteneği muazzam. Misal uzak forvet oyununu başarıyla yerine getiriyor. Sağ kanattan yapılan akınlarda Stoch'u birçok kez ceza sahasının sol kanadından içeri girmiş vaziyette görüyoruz. Anlamsız koşular, gereksiz hareketler yapmıyor. Görselde güzel bir örnek var:

Burada Fenerbahçe atakta, Stoch ceza sahasının sol kenarında. Şöyle bir pozisyonu sezon boyunca ne Caner'den ne de Dia'dan görebildik. Artı hanesine yazılsın.

Ve son olarak Stoch'la ilgili şunu söyliyeyim. Yaklaşık 3 ay önce "Miroslav Stoch'un Performansı" başlıklı yazının son bölümünde şöyle bir şey demiştim:

"...Ayrıca kontr-ataklardaki bariz bir şekilde görülen sıkıntı var. Rakip boş yakalansa dahi bunu değerlendirecek bir planı yok takımın. Yanlış pas ve şut tercihleri takımın farkı açmasını engelliyor. Aykut Kocaman Stoch'u bu şekilde de değerlendirebilir. Boş alanlarda Stoch etkinliğini gösterebilir."

İBB maçında Stoch etkinliğini bu şekilde gösterdi. İkinci yarının ortalarında Semih'e yerden soldan gönderdiği muazzam bir pas vardı, hatırlarsanız; Semih vurmuş top kornere çıkmıştı. O pozisyon gelecek maçlar için bir umut ışığıdır bende.


Santrfor Alex ve 4-3-3

Ve son olarak da maçın büyük bir bölümünde gördüğümüz 4-3-3 dizilişiyle ilgili bir şeyler söylemek lazım. Aykut Kocaman Stoch - Alex - Semih üçlüsünü ileride kullanıp orta sahada Cristian - Emre - Topuz üçlüsüne görev verdi. Maçın genelinde sırıtmadı bu diziliş, gördüğüm kadarıyla hocayı Rıdvan Dilmen'den başka eleştiren de yok. Fakat temel noktada bir yanlışlık var. Bu takımın oyun kurucusu Alex'tir. Alex'i ileride son adam olarak kullandığın zaman geriden oyun kuracak iyi bir orta saha elemanına ihtiyaç var. Ne Emre, ne Cristian ne de Topuz bu tarz oyuncular değiller. Bu üçü de presçi, defansif özellikleri ön plana çıkan, uzun vadede hücumda takımı sırtlayacak isimler değiller. Haliyle Alex'in mevkiisinde yapılacak bir değişiklik, pozisyon kısırlığını da beraberinde getirebilir. Muhtemelen Aykut Kocaman Alex'i sahte 9 numara rolünde oynatıp onun sırtı kaleye dönükken yapacağı aksiyonlardan faydalanmak istiyordur. Fakat Alex kendi defansının içerisine kadar gelip top alacak değil ya; topun oraya bir şekilde taşınması, birilerinin Alex'le paslaşması lazım. Bunu 90 dakika boyunca yapabilecek tarzda bir orta saha yapısı yok Fenerbahçe'nin.

Sonuç

Fenerbahçe yoluna emin adımlarla devam ediyor. Bazı sorunları olmakla birlikte, şampiyonluk yolunda artık bunların çok fazla bir önemi yok. Şampiyonluğu daha çok isteyen taraf kazanacak. Bana göre şanslar eşit; genel kanı Fenerbahçe'nin bir adım daha önde olduğuna dair olsa da bana göre durum böyle değil. Karabükspor deplasmanı çok zor geçecek, aynı hafta Trabzon Buca'yla oynuyor. Ankaragücü'nün son 1 yıldır bize karşı olan husumetleri var, onlar da Kadıköy'de savaşacaklardır; o hafta da ligden çekilmiş olan İBB ile oynuyor TS. Tabiiki Fenerbahçe'nin her maçı kazanması halinde kazanacağı şampiyonluk var, fakat top tuvarlak, maç 90 dakikadır. Ne olacağını şu son 3 haftada hep beraber göreceğiz. Umarım mutlu sona ulaşan taraf sarı-lacivert renklere gönül vermiş olanlar olur.

Ne Aramıştınız

''Hayata dair ne öğrendiysem futboldan öğrendim. Çünkü top hiçbir zaman beklediğim köşeden gelmedi.''
Albert Camus.

Popüler Yazılar

Zİyaretçİler

Futbol Blog. Blogger tarafından desteklenmektedir.