Futbol ; Faİr Play, Cesaret, Mücadele ve Zafer...

27 Şubat 2011 Pazar

Deportivo vs. Real Madrid | Şampiyonluğa Elveda


Mourinho bir şey denedi. Beklerin önüne orjini kanat olan bir oyuncu koymadı. Yatayda ve geniş alanda etkili olabilecek, ayağı top yapan 4 orta saha oyuncusunu sahaya sürdü. İleriye de gezgin Ronaldo ile Benzema geçti. Diziliş 4-2-2-2 idi. Alonso, Lass Diarra, Mesut Özil ve Kaka. 4 oyun kurucu. 4 oyun kurucuyla sahaya çıktı takım. Lass'ı oyun kurucu pozisyonunda değerlendirmek yanlış olmaz bence, bir defansif orta sahaya göre hücumcu bir adamdır kendisi.

Bu doğru bir karar mıydı, tartışılır. Marcelo ve Sergio Ramos gibi 3-5-2'nin kanatları olabilecek nitelikte hücumcu beklerden yararlanmayı umdu Mourinho. Top geriden çıkarken Lass ve Xabi Alonso çakılı kaldılar, ilerideki 4 oyuncu ise kanatlara deplase oldular. Ama gerekli olan pas trafiğini gerçekleştiremediler. Ayağına topu alan her oyuncu takımı yönlendirmeye kalkınca karman çorman bir futbol çıktı ortaya.

Mourinho ikinci yarıda Di Maria ve Adebayor'u sahaya sürdü ve takım biraz düzeldi. Gol için yüklendiler ama bulamadılar. Ve bana göre bu sıradan puan kaybıyla şampiyonluktan artık tamamen koptular.


25 maçta 61 puan. 25 maçın yalnızca 6'sında puan kaybedilmiş. 2 mağlubiyet 4 beraberliği var takımın. Son derece güzel ve şampiyonluğa oynayan bir takım için en olağan tablolardan biri. Ama şu istatistiklere rağmen neden haftalar öncesinden şampiyonluktan koptular diyorum? Çünkü anormal bir Barcelona var. Çıtayı o kadar yükselttiler ki, gayet güzel ilerlemekte olan Real Madrid'in durumu "kötü" gibi gözüküyor. Limuzinden inip Renault Megane'a binmek gibi bir şey sanırım.

Aradaki 7 puanlık fark, Real Madrid'in elinde olan kozlar sayesinde en fazla 4'e inebilir. Ondan sonra hep rakiplere şans dileyecek Mourinho.

Deportivo 0 - 0 Real Madrid

Deportivo deplasmanındaki Real Madrid'den bahsederken Guti'yi es geçmek haksızlık olur. O enfes asisti bir kez daha hatırlayalım:

26 Şubat 2011 Cumartesi

İBBSpor 3 - 1 Galatasaray


Galatasaray için biten sezonun tek bir kıymeti, gelecek sene için umut kaynağı olabilecek oyuncular ve sistemleri görebilme haftalarıdır. Daha az taraftar ve medya baskısı sayesinde Hagi'nin takıma yapabileceği pozitif katkılar gelecek sezona sirayet edebilir mi? tek soru bu camiada. Ancak görünen o ki, takımda herhangi bir ilerleme yok. Kötü oyun ve alınan kötü neticelerin ardından sezonun bitmesine uzun bir süre kala Galatasaray, tarihinin en kötü sezonunu yaşamayı garantilemiş durumda.

Abdullah Avcı'nın takımı İstanbul Belediyesi'ne karşı yıllardır sürdürdükleri üstünlüğü göz önüne alarak, bu maçta takımdan farklı bir şey bekledim. Ekranın karşısına da bunları gözlemlemek için geçtim. Hagi'nin kadro seçimi ve oyun anlayışında ne gibi bir ilerleme vardır diye düşünmeye başladım. Açıkçası bu sezon Galatasaray'ı çok fazla alıcı gözle izlememiştim, 5-6 maçını 90 dakika izlememe rağmen, net bir fikrim olmamıştı takım üzerinde. Ancak bu maça bakarak söyleyebilirim ki, Galatasaray çok net olarak kötü bir takım.

Maça geçelim. Hagi takımı defansif 4-3-3 sistemiyle oynatıyor. Orta üçlüde Sabri'yi kullanmasının sebebi de takımın defansif direncini arttırması. Ama buna ek olarak kadro seçiminde kullandığı ağır defansif oyuncular yüzünden hücumdaki etkinlikleri bir hayli azalıyor. Orta üçlüdeki Sabri - Mustafa Sarp ikilisinin ileriye yapacağı katkılar sınırlı. Sabri bugün bir asist yapsa da, top kullanma becerisi zayıf. Bekler hücumcu değil. Serkan Kurtuluş defansif bir sağ bek. Çağlar ise sakatlığın etkisinden henüz kurtulmuş değil, pek fazla ileriye çıkmıyor. Hagi'nin tandemde görev verdiği Cana bir stopere göre iyi oyun kursa da (haliyle) topu attığı adamlar takımı ileriye taşımak yerine aldığı yere geri gönderiyorlar. Haliyle takımın geriden çıkarkenki tek kozu Culio. Geriye gelerek aldığı topları ileri 3'lüyle değerlendiriyor. Ama bu da takım için bir dezavantaj doğuruyor. Culio'nun geriye geldiği her an Galatasaray orta sahasında bir adam eksik kalmış oluyor ve rakip de ligin orta sahada en dinamik takımlarından biri İstanbul Belediye olunca bu boşluğu değerlendiriyorlar. İleri üçlünün kenarlarındaki Stancu ve Kazım orjinleri santrfor olan futbolcular. Haliyle kanatlardan ceza sahasına girişlerde sıkıntı çekmemeleri lazım. Ancak kaleye çok uzakta oynuyorlar. Baros'la olan iletişimleri çok kısıtlı. Haliyle koca takım bütün maç boyunca Culio ve Baros'un ayağına baktı. Baros bulduğu ikinci pozisyonda golünü yazdı ama devamı gelmedi.

Abdullah Avcı'nın takımı İst. Belediye ise rakiplerine benzer bir şekilde defansif 4-4-1-1 oynuyor. Orta sahanın ortasında Mahmut - Holmen ikilisi, kanatlarda Cihan - Gökhan Süzen ve ileride forvet arkası İbrahim Akın ile tek santfor Gökhan Ünal. Mahmut defansif bir oyuncu. Selçuk Şahin'in bir benzeri. Holmen ise hızını kullanarak varlığını hissettiren bir orta saha. Top kullanma becerisi pek olmasa da, rakip için her an tehlikeli olabilecek bir isim. Ki bugün bir de gol attı. Mahmut pek fazla oyuna girmiyor, sağ açık Cihan Haspolatlı ise hücumda pek etkili değil. Haliyle Belediye de Galatasaray'ın benzeri bir şekilde Gökhan Süzen - İbrahim Akın ve Gökhan Ünal'ın ayağına bakıyor. Ama bir ekstra durumları var. Sol bek Ekrem'in ileri çıkışları sayesinde daha kompakt bir takım oluyorlar.

İlk yarıda her iki takım da ilerde basmadı. Belediye daha tehditkar gelse de topla bir hayli fazla buluşan İbrahim Akın çok fazla top kaybetti. Belediye top çıkaramadı. Ama geride sağlam durdular. Galatasaray'ın sağ kanadındaki defansif zaafiyeti farkettiler ama değerlendiremediler. Gökhan Süzen de keza çok top kaybetti. İki takım da risk almayınca orta saha mücadelesi şeklinde geçen bir 45 dakika oldu. Nadir bulunan bir pozisyonda Baros golünü attı ve GS devreye 1-0 önde girdi.


İkinci yarıda cesur davranan normal olarak Belediye oldu. Önde basarak oyuna girdiler. Zaten top kullanma becerisi kısıtlı olan Galatasaray'a yaptıkları baskı sayesinde onları ileri çıkartmadılar. Orta sahada çok adamla pres yaptılar ve alan daraltıp top kaptılar. Haliyle gol gelmekte gecikmedi. Önce Holmen arka direkte basit bir gol attı, ardından Servet ve Mustafa Sarp'ın müthiş (!) uyumu sayesinde garip bir gol atıp öne geçtiler. Golün ardından Galatasaray'ın gardı iyice düştü, hiçbir direnç gösteremediler. Abdullah Avcı hücum oyuncularını oyundan alıp yerine yine hücum oyuncuları sokunca ilerideki dirençleri de arttı. İlk iki gol sol kanattan gelince ben Hagi'nin oraya bir önlem alacağını düşünmüştüm. En azından Serkan'ı oyundan çıkarıp Sabri'yi oraya çekebilirdi. Yapmadı. Yapmadığı gibi, Serkan ileride kalmaya devam etti. Sol kanatta boşluklar oluştu ve Kazım ilk kez defans yaptı ama bunun sonucu penaltı oldu. İbrahim Akın penaltıyı gole çevirinde maç orada bitti.

Sonuç

Bu maçta Hagi'nin hataları vardı. Öncelikle Neill'ın sakatlığında Cana'nın o bölgeye çekilişini anlayışla karşılıyorum. Olabilir. Ama Sabri'nin orta sahaya çekilip asla Galatasaray seviyesinde olamayacağı belli olan Serkan'ın sağ bekte değerlendirilmesini anlamak mümkün değil. Sabri'nin dinamizminden faydalanmak iyi bir düşünce de, yedek kulübesinde oturan Yekta Kurtuluş bu maçta oynamayacaksa hangi maçta oynayacak? Hagi eğer bu seçiminde devam ederse rakipler için Galatasaray'ın sağ kanadı en büyük hücum yönü olabilir.

Neill'ın dönüşünün ardından ben Hagi'den şöyle bir değişiklik bekliyorum:

Sabri - Neill - Servet - Çağlar / Hakan
Yekta - Cana - Culio

Defans - orta saha düzenini bu şekilde sağlayabilir. Teoride hem daha hücumcu, hem de daha defansif bir kadro bu. İleri üçlüye ben karışmıyorum, bir şey diyemem.

Son olarak da şunu söyliyeyim. Hagi'nin gelişinin ardından defansif bir yapıya büründü Galatasaray. Bunu da en azından maç kaybetmemek için yapmıştı Hagi. Ama bunda da ne kadar başarılı oldukları tartışılır. Her bölgede sorunu, her bölgede boşluğu var takımın. Bunun bu sezon sonuna kadar düzelmesi mucize. Eğer gelecek sezona şimdikinden daha dengeli bir şekilde girerse Galatasaray, müthiş bir teknik direktör hamlesi olmuş olur bu.

22 Şubat 2011 Salı

21 Şubat 2011 Pazartesi

Bahaneler


Mehmet Demirkol'un güzel bir tespiti var. Beşiktaş'ın hem sezon başında hem de devre arasında yaptığı bol yıldızlı transferler, camiada "Bu iş tamamdır" havası oluşturdu. Haliyle ikinci devreye girerken koyulan "17'de 17" hedefine, gerçekçilikten ne kadar uzak olursa olsun, yapılabilir gözüyle bakıldı. Ancak geçmişte Fenerbahçe'nin, geçen sene de Galatasaray'ın deneyip başarısız olduğu bir stratejiydi bu. Yalnızca kariyerli futbolcular alınarak şampiyon olunsaydı Manchester City şimdiden şampiyonluğunu ilan etmişti. Ya da Abramovich, Chelsea'de koyduğu Şampiyonlar Ligi şampiyonluğu hedefine çoktan ulaşmıştı. Ama bu çark böyle işlemiyor. Daha çok yıldızı olan, saha içerisinde daha çok artistik hareketler yapan takımlar değil; bol savaşçısı olan ve "yapması gerekeni yapan" takımlar şampiyon oluyor. Premier Lig'de City değil United zirveye oynuyor.

Ama gerçekten benim gibi bir Fenerbahçeli'yi dahi heyecanlandıran müthiş transfer sirkülasyonu sonucunda camiada şampiyonluk için büyük bir umut ışığı doğdu. Ancak 17'de 17 hedefiyle girilen ikinci devrede an itibariyle 5'te 1 gibi bir felaket ortaya çıktı. Bunun sonucunda da Beşiktaş yönetimi ve teknik kadrosu "Neden olmuyor?" sorusunun cevabını aramaya başladı. Cevabı kendilerince buldular. Suçu başta hakemlere, sonra da rakiplere attılar. Yönetim Beşiktaş'ın önünün "kasten" kesildiğinden bahsetti. Schuster ise -haliyle- Türkiye'deki takımların çok defansif oynadığını, 10 kişiyle topun arkasına geçtiklerini söyledi. Bu olaydan ustaca bir hamleyle sıyrıldılar, ya da öyle sandılar.

İkinci devredeki Beşiktaş maçlarına bakalım. Bucaspor maçı. Farklı kazanıldı, maçın ardından hakem ya da rakiple ilgili tek kelime söylem yok. Sonra İBBSpor deplasmanı. 2-1 kaybettiler. Mehmet Aurelio'nun kırmızı kartını direkt olarak skora endekslediler ve hakem satılmış, federasyon da taraflı olmuş oldu. Maçın ardından açıklama yapan Mete Düren o pozisyondaki kırmızı kartın yalnızca Aurelio'ya değil tüm takımlardaki futbolculara verilmesini tavsiye etti. Ancak aynı deplasmanda, aynı pozisyonda Alex'e çıkarılan kırmızı kartı unutmuştu herhalde. Haliyle Beşiktaş bir maçı daha haketmeyerek kaybetmiş oldu. Ardından içeride Karabük maçı. 1-1 berabere sona erdi. Maçın ardından tiyatroya bakın. Hakem her iki taraf adına rezalet bir maç yönetmişken, Beşiktaş yönetimi yalnızca kendilerini haklı çıkaracak bir şekilde bir basın toplantısı düzenlediler. Federasyona, hakemlere ve Aziz Yıldırım'a verip veriştirdiler. Akıllarına hiç Emenike'nin penaltı pozisyonu ya da yine Emenike'ye yapılan acımasız bir İbrahim Toraman faulü gelmedi. Daha sonra deplasmanda Ankaragücü maçı. Serdar Özkan'ın erken golüne cevap veremediler, sahadan 1-0 mağlup ayrıldılar. Ardından Schuster klasikleştiği üzere, "Türkiye'deki takımlar çok defansif oynuyorlar, sürekli topun arkasına geçiyorlar. Biz Avrupa'da daha çok başarılı oynuyoruz çünkü oradaki takımlar farklı, bize daha çok benziyorlar" anlamına gelen bir açıklama yaptı. Son olarak da Fenerbahçe maçı. Kritik bir 3 puan kaybı. Bu kaybın ardından Mete Düren yine ağzını yaya yaya hakeme yükledi skoru. Gökhan Gönül'ün 79. dakikada atılması gerektiğini söyledi. Skor 4-2 idi bu dakikada.


Yukarıdaki paragrafı alaycı bir üslupla yazdığım sanılmasın. Kimseyi küçümsemek gibi bir niyetim yok. Geçmişte hakem kararları yüzünden canı çok yanmış, hatta bu yüzden şampiyonluğu dahi kaçırmış (16 dakika) bir camianın taraftarı olarak Beşiktaşlılar'ın bu serzenişlerine kulak veriyorum. Ancak her puan kaybının ardından, skora etki etsin ya da etmesin, her yanlış hakem kararında olayı büyütüp komplo kıvamına getirmenin bir manası yok. Fenerbahçe'nin Beşiktaş'ı yendiği maçta hakemin Beşiktaş aleyhine skora tesir eden yanlış bir kararı yok. Aksine, maçın hemen başında Ekrem Dağ'a çıkmayan bir kırmızı kart var. Ve Ferrari'nin Lugano'yu adeta bir güreşçi gibi yere sendelediği pozisyon da var. Yani aslında işe bu yönden bakacak olursak, Fenerbahçe aleyhine skora tesir eden 2 net yanlış kararı var hakemin. Haliyle Skor 4-2, dakika da 79 iken Gökhan Gönül'e verilmeyen ikinci sarı kartı Federasyon - Fenerbahçe - hakem triosuna komplo planlarıyla bağlamak, çok acımasız bir maç sonu demeci bana kalırsa.

Dediğim gibi, Beşiktaş'ın her puan kaybını dış mihraklara bağlaması basit bir bahaneden öteye geçemez. Oturup düşünüp özeleştiri yapmaları gerekli. Biz nerede yanlış yaptık diye düşünmeleri, bir düşünce revizyonu gerçekleştirmeleri gerekli. Federasyonun ve MHK'nin kendilerine karşı kurdukları sözde komplo teorilerinden de vazgeçmeleri gerekli.

Bahaneler kolay. Ama inanılmaz bir şekilde, Beşiktaş camiasında ve spor medyasında, Beşiktaş'ın mağlubiyetini yalnızca Ferrari'nin oyundan atılmasına bağlayanlar var. "Ferrari atılmasaydı siz biraz zor alırdınız bu maçı" diyorlar misal bazı Beşiktaşlı dostlarım. Eee? Ne olmuş yani? Bu, bir derbi maçında olabilecek en normal senaryolardan biri değil mi? Ne bekliyordunuz ki? Rakibi 10 kişi kalmış bir takım, hele de bu bir derbi maçıysa, karşı kalede daha etkili olur. Bu futbolun en değişmez kurallarından biridir. Beşiktaşlılar'ın yıllardan beri şahit olduğumuz bu derbi senaryosundan kendilerine pay çıkarmalarının anlamı ne? Başka ne bekliyordunuz ki yani? İşin en acı tarafı, bu olaydan dolayı gururlanmaları. Yani neredeyse Fenerbahçe'nin maçı haketmediğini söyleyecekler. Hatta 3 puanın kendilerine iade edilmesini de isteyebilirler. Ferrari'nin ihracından sonra maç çok net bir şekilde Fenerbahçe'ye döndü, bu kesin. Ama kardeşim, o zaman atılmasaydı yahu. Dia'nin direkten dönen şutu gol olsa, daha 20. dakikada takım 2-0 geriye düşse, bu sefer suçu kime atacaktınız? Tüm skoru Ferrari'nin oyundan atılmasına bağlayıp rakibin oynadığı futbolu küçümsemek, hiçbir Beşiktaşlı'ya yakışmıyor.

Artık bahanelerden vazgeçip gerçekleri konuşmalılar. Hakemlere gene itiraz etsinler, arada sırada 3 puanın net bir hakem tarafından engellendiğini söylesinler ama her maçtan sonra değil. Her maç bunu söyleyince komik oluyor çünkü.

19 Şubat 2011 Cumartesi

Pele vs. Sezer Öztürk



Oy oy oyy... Şu an yerinde olmak isteyeceğim en son adamdır Sezer Öztürk... Tarihi bir ayar yemiş.

17 Şubat 2011 Perşembe

Şu Futbol Dedikleri - 5


Tarih: 28 Mayıs 2009...
Yer: Roma Olimpiyat Stadı

Şampiyonlar Ligi finalinde Manchester United ile Barcelona karşı karşıya geliyor. Sadece Roma değil, bütün dünya bu finale kilitlenmiş adeta. Büyük şehirlerin meydanlarında dev televizyon ekranları kuruluyor, Barcelona ve United taraftarları gergin bir bekleyiş içinde.
Final maçında yıldızlarını sahneye koyan Katalan ekip Manchester United’ı 2-0 yenerek Avrupa’nın en büyük kupasına uzanıyor. Barça’lıların sevinç çığlıklarına, United’lıların hıçkırıkları karışıyor. Caddelerde kutlama yapan taraftarlar, bir anda bir minibüsün hızla üzerlerine geldiğini çok geç fark edebiliyor. Minibüsü kullanan fanatik United’lı, çılgınca sevinen Barça’lıları parçalıyor öfkesinden. Sonuç: 4 ölü, 10 yaralı... Bir İngiliz takımıyla bir İspanyol takımının maçında cinnet geçiren kişi bir Afrikalı. Olayın gerçekleştiği yer de bir Orta Afrika ülkesi Nijerya...

Rubin Kazan 0 - 2 Twente


Akşam Arsenal - Barcelona maçını izleyenler için biraz sönük kalmış olabilir ama bu maç da kendi içinde güzel anların olduğu, iyi bir hikayeye sahip 90 dakika oldu. Hava şartlarından dolayı erken saati alındı ve her iki takımın da temposu bu yüzden düşüktü.

Rubin Kazan ilk yarıya tamamiyle hakim oldu. Orta sahada agresiftiler, kalabalıktılar. Bütün ikili mücadeleleri kazandılar ve oyunun merkezi burası oldu. Hollanda'nın yumuşak stiline alışkın olan Twente yabancılık çekti haliyle. Rakibi ileride değil geride karşıladılar ve Kazan'ın rahat top çevirmesine imkan verdiler. Ancak buna rağmen Kurban Berdiev'in takımı çok yavaş hareket etti. Topu çevirme hızları düşüktü ve topa sahip olmalarına rağmen net bir pozisyon bulamadılar. Twente hücumda çok etkisizdi ama savunmada da pek aksadıkları söylenemez, en azından gollük bir pozisyon görmediler kalelerinde. İlk 45 dakikada hiçbir şekilde Kazan kalesine inemediler ama oyun onların lehine işliyordu. Zira bu bir tur maçıydı ve deplasmanda oynuyorlardı.


İkinci yarıya iki takım da strateji değişikliğiyle girdi. Rubin Kazan artık daha hızlı hareket ederken, Twente orta sahada daha çok mücadele etmeye başladı. İkili mücadeleleri yavaş yavaş lehlerine çevirdiler ve böylece Rubin Kazan'ın belki de tek kozlarını ellerinden aldılar. Oyunun da hakimiyetini ellerine geçirdiler. Özellikle sol kanattan Bryan Ruiz ve Chadli ile etkili oldular. Maçın başından beri ilk kez bu kadar tehlikeli geldiler. Hal böyle olunca gol de geldi. İki duran toptan iki gol buldular. Theo Janssen'in ortaları De Jong ve Wisgerhof'un kafaları sayesinde gol oldu.


Maçı 0-2 kazanmalarına rağmen çok iyi oynadıkları söylenemez. Skorda kendi iyi oyunlarının olduğu kadar Rubin Kazan'ın vasatlığı da etkiliydi. Rövanş için çok büyük bir avantajı ele geçirdiler ve bence o maç bu maçtan daha seyirlik olacak.

16 Şubat 2011 Çarşamba

TOP 8 Kahvehane Karakteri


Futbolu seven herkes gibi benim de yolum defalarca kahvehanelere düştü. Cafelerde, publarda, mekanlarda dostlarla maç izlemek çok keyiflidir fakat ben futbolseverim diyen herkesin en az bi' 10 maç kahvede izlemesi lazım. Çok başka yerlerdir oralar. Maç başladıktan 10 dakika sonra gelen mekan sahibine ücret uzatma, tuvalet sırası bekleme en önemli hadiselerdir. Kaçan gollerden sonra öndeki boş sandalyeyi yere vurma, küfür etme, derbilerde yan yana oturulan rakip taraftarla olan münasebet vs. bunun gibi şeyler heyecan yükselten şeylerdir. Ben özellikle küçük yaşlarda defalarca kahve ortamında bulunduğum için birçok gözlemim mevcut. Bakalım kahvede ne tür insanlar var....

8) Daha Ne Yapsın'cılar: Genelllikle bu insanlar sinirleri alınmış, pamuk helva kıvamına gelmiş, hiçbir şeye kızmayan, futbolculara en çok değer veren kitledir. Kaçan gollerin ardından hemen herkesin yaptığı gibi futbolcunun ebesinden girip kaynanasından çıkmaz; "Yahu adam daha ne yapsın?", "Olmayınca olmuyor", "Futbol bu ya abartmaya gerek yok" triplerine girer, maçın stresini asla yaşamaz. Hakemlerle ilgili değişik fanteziler kuran küfürcü abilere karşılık olarak "Ya kolaysa sen yap bakalım, hakemlerin de işi zor" tepkisini verirler.

7) Haftaya göster kendini'ciler: Bu abiler taraftarlığın genelde derbi yönüyle ilgilenen, rakiplerle uğraşmayı seven, derbileri en çok önemseyen kişilerdir. Bir futbolcu golü attıktan hemen sonra ilk tepkileri genelde "Koçum benim, haftaya Cimbom'a da göm bakalım" şeklinde olur. Henüz ligin 2. haftasındayken 11. haftadaki derbiyi kastederek "Fener'e de bekliyoruz golünü" şeklinde dilekte bulunanları da bu yaşıma geldim anlayamadım efendim.

6) İyilik melekleri: Ah ah, işte benim en çok acıdığım karakterdir bu. Takım ne kadar kötü oynarsa oynasın, hoca ne kadar yanlış yaparsa yapsın, bu kişiler olaya hep pozitif yönünden bakarlar. Takımı 1-0 önde olsa da rezil futbol oynamasına, topların direkte patlamasına, sayısız pozisyon vermesine rağmen "Olsun abi n'olcak ki, 3 puanı aldık ya gerisini s....ir et.." tepkisini verirler. Bütün kahve ahalisi takımın oynadığı kötü futbolla ilgili serzenişlerini söylese de bu arkadai kabul etmez, takım iyi top oynuyordur.

5) Taktisyenler: Benim de içinde bulunduğum gruptur. Öndeki kel saçlı amca "Ulan şu takıma bak be, orta oluyo kanat yok, kanat oluyo orta yok", "Ulan Aykut şuna bak takımı ne hale getirdin, defansa bak b.k gibi" şeklinde tepki verirler fakat bu taktisyen elit grup işin 4-3-3'ünde, defans bloğunun aksamakta olduğunda, sağ tarafta iyi üçgenler kurduğundadır. Hele de tek başınaysa, yanındaki abi kendisine "Şu takıma bak, müthişiz müthiş" dediğinde ona karşılık olarak "Evet defans hattı ileride kuruldu ve takım geniş alanda oynuyor, top kaybedildiğinde anında pres yapılıyor, yalnız sol tarafta aksaklık var" der ve karşılığında anlamsız bakışlar görür.

4) Bu ne lan'cılar: Efendim bunlar hiçbir şeyi beğenmezler. Takım 5-0 öne de geçse, rakibin çok kötü olduğundan ya da atılan gollerin şansla atıldığından, böyle giderse takımın çok yakında tepe taklak gideceğinden, iyi gözükmesine rağmen aslında çok kötü olduğundan bahsederler.

3) Git bi çekirdek kap gel'ciler: Genelde maçın ilk yarısının ardından 15 dakikalık dışarı çıkma arasında devreye girerler. Yaşı 17'den fazla olmamak üzere olan kendisinden küçüklere parayı uzatıp "Bi milyonluk çekirdek alsana. Kapalı olsun ama" derler. Bakkala ya da markete söylenene söylene giden ikinci karakterimizin durumu acınasıdır. Ulan ne güzel arkadaşıyla sohbet ediyordur.

2) Aminciler: En nefret ettiğim, en çok sövdüğüm karakterlerdir. Kusura bakmayın ama şerefsizdirler. Fener Konya'yla maç yapar, Beşiktaş, Galatasaray ya da Trabzonsporlu olduğu her halinden belli olan angut vatandaş Konya'nın yaptığı her güzel hareketi, attığı her olumlu pası alkışlar. Hele de Fener gol yemişse zevkten dört köşe olur, koca kahvede bir tek Konya'yı kendisi alkışlar. Diğer izleyiciler tarafından kendisine edilen küfürlerin haddi hesabı yoktur. Kahvehanelerden temizlenmesi en büyük temennimizdir.

1) Küfürcüler: Bir kahve efsanesidir bunlar... Heyecanı tavan yapmış, nabzı yukarıya tırmanış, maçı pür dikkat izleyen, fanatik mi fanatik, ağzı bozuk mu bozuk, biraz da rahatsız edici insanlardır. Sağ açığın yaptığı orta yerini bulmaz, bu abiler anında küfürü basar: "Ulan senelerdir orta açmayı öğrenemedin o... ç...." Hakem tuttuğu takımın aleyhine bir karar verir, off offf: "Ulan a... k.... evladı, senin ben ta a... s..., satılmış o.. ç..." Bazen abarttıkları durumlarda kendisini uyaran bireylere de pardon bakışı attıktan hemen sonraki pozisyonda özlerine dönerler.

Başka gözlemi olanlar varsa yorumlara alalım.

14 Şubat 2011 Pazartesi

Miroslav Stoch'un Performansı


Miroslav Stoch var olan saf yetenekleriyle muazzam bir oyuncu. Top tekniği, zekası, çalımları ile her an tehlike yaratabilecek bir oyuncu. Çelimsiz yapısını da dar alanda yaptığı kıvrak hareketlerle törpülüyor. Geçen sezon Twente'de oynadığı futbolla devlerin gözüne girmesini sağlayan da bu özellikleri. Hücumcu 4-3-3'ün sol kenarında oynuyordu ve Hollanda'da görmeye alışık olduğumuz boş alanları iyi değerlendiriyordu. Toplu ve topsuz vaziyette yaptıkları zevk veriyordu izleyenlere. Geçen sezon Avrupa Ligi'nde Kadıköy'de oynanan Fenerbahçe - Twente maçında da 90 dakikanın sahadaki yıldızıydı. Gökhan Gönül'ün Fenerbahçe kariyerindeki en çok zorlandığı maçı yaşatmıştı kendisine. Hatta "Keşke bizde olsa" diye maçı birlikte izlediğimiz bir arkadaşıma dilekte bulunduğumu da çok net hatırlıyorum.


Bu bakımdan Stoch'un sezon başında Fenerbahçe'ye transfer olması beni bir hayli sevindirdi, heyecanlandırdı. Tuncay'ın gidişinin ardından vasatlaşan sol ön tarafa ilaç gibi gelecekti. Uğur Boral'ın kifayetsiz oyununu Stoch'la unutacak, sol kanatta vasatlaşan Özer'e sağ kanatta daha çok serbestlik gelecekti. Maç içerisinde belki de uzun yıllardır Alex'ten sonra en fazla heyecanla topun ona gelmesini beklediğimiz bir yıldızımız olacaktı.


Ama beklentilerin hiçbiri şu ana kadar yerine gelmedi. Sezonun ilk yarısında Karabükspor maçına kadar olan hemen hemen her maçta ilk 11'de sahaya çıktı. Ardından Aykut Kocaman'ın gözünden biraz düştü ve kalan son iki maçta da oyuna sonradan girdi, sezonun ikinci yarısında oynadığı bir maç ise yok.
Karabükspor maçı da dahil olmak üzere bu maça kadar olan bölümde Stoch'un performansı kimseyi memnun etmedi. Sebebi de Aykut Kocaman'ın oynatmaya çalıştığı futbolun neticesinde ortaya çıkan kaos futboluydu. Stoch ayak uyduramadı bu karmaşaya.

Fenerbahçe'nin oynamaya çalıştığı, Aykut Kocaman'ın görmek istediği futbolu şöyle özetlemek mümkün. Topa sahip olan ve kazandığı topun hemen ardından sahanın bütününe yayılan, yeşil alanın her bölgesini kullanmaya çalışan hücumcu bir takım. Yaratmaya çalıştığı buydu hocanın. Fakat bunu yaparken birçok radikal değişiklikler yaptı, ya da var olan düzeni bozdu. Fenerbahçe'nin yıllardır oynamaya çalıştığı futbol bellidir. Savunmayı ön plana çıkaran, takım savunmasını iyi yapan, topa bolca sahip olan ama bu sahip olmayı yalnızca skor üretmek için değil rakibi sindirmek için yapan, riski minimuma indirilmiş bir takımdı. Daum, Zico, Aragones ve tekrar Daum dönemlerinde bu sistem değişmedi. Savunma derinde kuruluyordu. Özellikle Zico'nun ardından Lugano, Edu ya da stoper mevkiinde kim oynuyorsa, orta sahaya pek fazla yakınlaşmadılar. Önlerinde oynayan savunmacı orta saha oyuncularından aldıkları destekle de rahatladılar. Oyun kurma işlevini de üstlenmediler, daha çok hemen önlerindeki orta saha elemanına ya da kenarlardaki beklere verdiler topu. Aykut Kocaman'ın değiştirdiği birinci unsur buydu. Sezon başında her takıma verilen rekor sayıdaki pozisyonlara tekrar bir göz atın. Lugano - Bekir ikilisinin hep ileride yakalandığı, takımın gerideki oyuncularının en fazla 4 ya da 5 sayıda olduğu, ikiye bölünmüş bir takım göreceksiniz. Hatlar arası bağlantı kopuyordu, oyuncular birbirlerine çok uzaktı, yardımlaşma denen bir şey yoktu ve haliyle takım sezona her kulvarda rezil bir giriş yaptı.


Takımın verdiği pozisyonlar yüzünden tedirginleşen Cristian Baroni hücuma çıkamadı, adeta üçüncü bir stoper gibi ceza sahası ile orta saha arasındaki 20 metrelik alanda kendisini sınırlandırdı. Emre'nin temposu tüm takıma yetmedi ve Aykut Kocaman yüzünden performansı düşen Alex takıma katkı veremedi. Mehmet Topuz'un başı kesilmiş tavuk gibi ordan oraya koşturmasını ve takımın pas etkinliğine olan sıfır katkısını da buna ekleyince, ileride yalnızlaşan ve Güiza'yı aratmayan Niang ve Stoch'un neden performanslarının düştüğünü görebilirsiniz. Niang'ın sezona iyi bir giriş yaptığını söyleyebilirsiniz ama yalnızca golle değerlendirmemek lazım. Gollerin haricinde çok yalnız kaldı Niang. Nerde kalmıştık? Stoch'un ve Niang'ın yalnızlığından. Sebebi de bu orta sahadaki karaktersizlikti işte. C. Baroni'nin gitgide stoperleşmeye başlaması, Emre'nin, Alex'in ve Mehmet Topuz'un etkisiz oyunları yüzünden top ileriye taşınamıyordu. Pas kanalları çok çabuk tıkanıyor, tek çare olarak da uzun toplar görülüyordu. Ancak Niang'ın indirdiği topları alan yoktu, Stoch ise o boyu yüzünden topları indiremiyordu.



Stoch'un veriminin düşmesinin ana nedeni bu. Fenerbahçe'nin orta sahadan ileriye top taşıyamayışı. İlerde çoğalamayan takım rakibini bozamaz, rakip defansta boşluklar yaratamaz. Haliyle kanat oyuncularının verimi düşer. Fenerbahçe rakibini hiç eksik yakalamadığı için, Stoch istediği alanların hiçbirini bulamadı. Hollanda'da bulduğu boş alanları iyi değerlendirip içeri kat ediyor, ceza sahasına giriyordu. Ama bunları yapması için ilk önce o boş alanları bulması lazım değil mi? Rakipler Fenerbahçe'ye o alanları vermiyordu işte. Hollanda'da kaleye yakın oynayan ve 4-3-3 için ideal bir sol kanat oyuncusu olan Stoch, kaleye yaklaşamayan Fenerbahçe'de etkisizleşti. Takım rakip ceza sahasına uzak oynayınca Stoch da kaleye yaklaşamadı ve izlemeye alışkın olduğumuz o aksiyonlarından hiçbirini gerçekleştiremedi. Haliyle koca ilk yarıyı 1 golle kapadı.

Takım kötüyse oyuncunun bireysel performansıyla bir şeyler yapmasını beklersiniz. Şöyle iki çalım atacak, uzaktan bir şut çekecek veya liderlik yapıp takımı ayağa kaldıracak, falan. Stoch bunların da hiçbirini yapamadı. Çünkü Türkiye Ligi'nin fiziki şartlarına ayak uyduramadı. Yapısı öyle bir şeye uygun değil zaten. Rakip topa ayağını uzatınca ayağını çekiyor, veya vücut vücuta mücadele edemiyor, çoğunlukla yere düşüyordu. Aykut Kocaman'ın istediği o "ısıran takım" kimliğine de uymuyordu haliyle. Stoch böyle bir oyuncu değil.

Kocaman'ın Stoch'tan vazgeçip Issiar Dia'ya daha çok şans vermesinin açıklaması ise çok basit. Dia fiziki olarak daha iyi, daha diri, daha kuvvetli bir oyuncu ve Stoch'tan daha hızlı. Takımın son zamanlardaki çıkışında bulduğu şansları da iyi değerlendirdi ve takımın bankolarından biri oldu.

Ancak ben Stoch konusunda karamsar değilim. Hala bu takımda iş yapabilir. Zira Fenerbahçe ilk yarıdaki vasat Fenerbahçe değil. Birçok yönden kendini geliştirdi takım. Artık savunma daha derinde kuruluyor ve orta saha oyuncularının rolleri daha belirgin. Alex'in ve Mehmet Topuz'un yükselen performansları da hücumda Niang'ın yalnız kalmasını engelliyor. Artık Fenerbahçe rakibi hataya zorluyor ve boş alan buluyor. Stoch bu takımda iş yapabilir.

Ayrıca kontr-ataklardaki bariz bir şekilde görülen sıkıntı var. Rakip boş yakalansa dahi bunu değerlendirecek bir planı yok takımın. Yanlış pas ve şut tercihleri takımın farkı açmasını engelliyor. Aykut Kocaman Stoch'u bu şekilde de değerlendirebilir. Boş alanlarda Stoch etkinliğini gösterebilir.

Benim hala umudum var.

Not: Bu uzun yazıyı sıkılmadan sonuna kadar okuyanlara teşekkür ederim. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Lig TV Ekranlarından Bir Kare

Hehe :)

13 Şubat 2011 Pazar

Forlan Kaçırdı Valencia Kazandı


İki güzel takım, iki güzel teknik direktör. Oynamaya çalıştıkları futbol her daim seyirciye zevk vermeye yönelik, hücumu ön plana çıkaran bir strateji olunca beklentiler de yükseliyor haliyle. Bir yanda bir takımın çehresini tek başına değiştirebilecek nitelikte bir golcü olan Forlanlı Atletico Madrid; diğer yanda genç - tecrübeli futbolcuların müthiş sentezlendiği bir Valencia. Geçen sene Avrupa Ligi kupasının sahibi Madrid'in kırmızı tarafı bu sezona vasat bir giriş yaptı ve 5-8 bandında seyrediyor. Valencia ise İspanya'nın 3. büyüğü olma yolunda emin adımlarını hızlandırıyor. İki güzel ekibin karşılaşması vardı dün gece.

Maçın ayrıntılarına girecek değilim; atmosfer benim için daha güzeldi zira.

Benim adıma gecenin hayal kırıklığı Forlan'ın kaçırdığı penaltı idi. 2010 Dünya Kupası'nda Uruguay Milli Takımı yarı finale çıkarken bunda Forlan'ın duran toplardan attığı gollerin büyük payı vardı. Yanılmıyorsam seri penaltılar haricinde duran toplardan biri serbest vuruştan biri de penaltıdan olmak üzere iki golü vardı. Atışı kullanırkenki soğukkanlılığı malum. Dün yine bir penaltıda topun başına geçti. Valencia karşısında takımını öne geçirebilirdi. Köşeyi iyi hesap etti; kaleci uzaya fırladı. Fakat top direğe takıldı, dönen toptan da bir katkı gelmedi. Penaltı kaçtı. Olabilir böyle şeyler en nihayetinde, futbolda her şey mümkün.

Ama bu kaçan penaltı acı oldu. Ardından Valencia bir gol bularak maçı deplasmanda kazanmayı başardı. Sanchez Flores'in takımı kazansaydı bir basamak atlayarak Sevilla'nın üstüne çıkacaktı. Olmadı. Valencia ise Real Madrid'in hemen ardından maç fazlasıyla 3. sıradaki yerini korudu.

Atletico Madrid 1 - 2 Valencia

10 Şubat 2011 Perşembe

Rakibi Kandırmaca




:)

Şu Futbol Dedikleri - 4


Kolombiya Apertura Şampiyonluğu final maçında Kolombiya’nın ünlü takımları Atletico Junior de Barranquilla ile Once Caldas Manizales karşı karşıya geldiler. İlk maçı sahasında 2-1 kazanan Once Caldas rövanşta da rakibini deplasmanda 3-1 yendi ve şampiyonluğa ulaştı. Bu yenilgiyi içlerine sindiremeyen Junior de Barranquilla takımının taraftarları takımın Kolombiyalı futbolcusu Javier Florez’in evinin yakınında toplanarak futbolcuyu protesto ettiler. Bu sırada aracıyla evine girmekte olan Florez, kendisine bağıran taraftarları görünce yanında bulunan silahını çekip taraftarların üzerine ateş açtı ve bir taraftarı öldürdü.

6 Şubat 2011 Pazar

Fenerbahçe'de Son Durum

Bu blogda uzun bir zaman sonra ilk kez Fenerbahçe hakkında uzun çaplı bir yazı yazıyorum. Fenerbahçe'de bir umut ışığı görene kadar yazmayacağım demiştim. Avrupa'dan çapsız takımlara elenişin ve ligde baş aşağı gidişin verdiği moral bozukluğu yüzündendi bu. Bir şey değişmiş değil. Fenerbahçe biraz toparlanmış gözükse de ileriye dair herhangi bir beklenti içerisine girmiş değilim, taşıdığım bir umut da yok açıkçası. Kayserispor maçındaki gibi rakip taraftardan oley sesleri duymayayayım yeter. Bu yazıyı yazmamın sebebi de bir şeyleri dışarı vurma isteğimdir. O yer de bu blog olsun.

Dün Manisaspor karşısında hayati öneme sahip olan bir geri dönüş yaptı Fenerbahçe. Ligin son zamanlarda en büyük çıkış yapan takımlarından birine karşı en gıcık dakikada geriye düştü. Fakat Alex ve Mehmet Topuz ikilisi maçı kurtardı diyebilmek mümkün. Maçın detayına inecek değilim. Yalnızca aklımda bulunan düşüncelerden bir toplama yapayım…

Fenerbahçe’nin bu temposuyla şampiyon olması çok ama çok zor. İsminden ve futbolcularından bağımsız olarak; Fenerbahçe’ye karşı oynayacak takımlar Trabzonspor, Beşiktaş, Galatasaray ya da Bursaspor’a karşı oynamadan önceki psikolojileri bakımından daha üstün oluyorlar, Fenerbahçe’den daha az çekiniyorlar. Zira Fenerbahçe, büyük takım olma psikolojisini karşısındakine hissettiremiyor. Oyun içerisinde o kadar vahim hatalar, o kadar kritik hatalar yapıyor ki, rakibinin kendisinden çekinmesi için hiçbir sebep olmuyor. Hele gol atması için her türlü ortam müsaitken kendi kendine çelme takan futbolcular yüzünden karşı takıma ekstra bir motivasyon geliyor.

Alex demiştik, devam edelim. Bugün yine takımını kurtardı kaptan. Kurtarmasından ziyade, Fenerbahçe’nin topa sahip olma ve oyun kurma gibi işlevlerini başarıyla yürüttü, oyun içerisinde adeta bir şef gibi takımını yönlendirdi. Fakat kendisine bu anlamda eşlik eden birisi olmadı. Emre ve Cristian ikilisi kağıt üzerinde çok uyumlular. Cristian iyi bir kesici ve ayağına hakim olmasıyla da topu iyi yönlendiriyor. Emre ise malum, tutturduğunda oyuna renk katan, takımı ileriye taşıyan, risk alan bir oyuncu. Ancak Cristian’ın çok fazla geriye çekilip Emre’nin de disiplinsiz presleri ve agresifleşmesiyle beraber düşen performansı takımın merkezinde büyük bir boşluk olmasına sebebiyet veriyor. Bu yüzden toplar genelde uzun yoldan Niang’a ya da direkt olarak Mehmet Topuz- Alex ikilisine atılıyor. Takımda en fazla topla buluşan isimlerin Emre’den sonra Niang ve Mehmet Topuz olması hiç de sürpriz değil.

Ancak Niang’da büyük bir düşüş var. Fiziksel olarak çok ezik durumda. Ve çok basit hatalar yapıyor. Artık adam geçmesine pek rastlayamıyoruz. Mehmet Topuz ise üstün çabasına ve iyi niyetine rağmen olmayan futbol zekası yüzünden birçok pozisyonu harcıyor. Yanlış şut tercihleri ve attığı ya da atmadığı paslar yüzünden takım birçok pozisyondan eli boş dönüyor.

Hal böyleyken bütün takımın Alex’e bakması normal karşılanmadı. Çünkü takımda başka sorumluluk alan futbolcu yok. Geride bıraktığı boşluklar yüzünden hep bir tedirginlik içerisinde olan Gökhan Gönül’ü hesaba katmıyorum.

Alex’le olan sözleşme 2 yıl daha uzatıldı. 2 yıl boyunca Fenerbahçe’nin birçokt ek gollü galibiyetinde Alex’in adının yazılmasına şahit olacağız. Ancak artık Aykut Kocaman’ın top dağıtma konusunda bazı futbolculara görev vermesi gerekiyor. Cristian’ın kaçak oyunu takıma zarar veriyor; o bölgede Gökay İravul denenebilir.

Fenerbahçe’nin oyun kurmaktaki sıkıntısını konuştuktan sonra Niang’ın son zamanlardaki sol kanatta oynatılma sevdasından bahsedelim.

Niang Marsilya’da iken sol kanatta oynuyordu. Ama Fenerbahçe’de olduğu gibi 4-2-3-1′in sol kanadı değil, 4-3-3′ün sol dış forveti idi. Bir nevi Galatasaray’ın geçen seneki Kewell’ı gibi. Savunmayı değil hücumu ön plana çıkaran, sol taraftan ceza sahasına sızan ve golcü özelliklerini orada gösteren bir oyuncu idi. Ancak Aykut Kocaman onu Marsilya’daki rolünde değil, Fenerbahçe’deki özel rolünde oynatıyor. Niang’dan bir Özer Hurmacı olmasını bekleyemezsiniz. Aykut Kocaman’ın Niang’ın geçmişine bakarak böyle bir karar almasına saygı duyuyorum, denenebilir, Allah kelamı değil ya; Niang solda da oynar, kalede de. Fakat futbolun bazı doğruları var. Niang bir orta saha oyuncusu değil. Bir forvet oyuncusu.

Fenerbahçe’de Marsilya’da oynadığı rolde oynayabilir mi? Bunun yanıtını vermek çok zor. Niang’ın geçen seneki performansını tekrarlaması için Fenerbahçe’nin sisteminin de değişmesi lazım. Tutucu 4-2-3-1′den vazgeçip hücumcu ve esnek 4-3-3′e geçilirse, yani Niang kaleye daha çok yaklaşırsa, başarılı olabilir. Bunun için takımın merkezinin ileriye taşınması, orta saha hattının rakip ceza alanına daha çok yaklaşması ve Emre ve yanında oynayacak oyuncunun daha çok sorumluluk alması lazım. Alex’in top rakipteyken yapmadığı presleri ve Lugano – Yobo ikilisinin hantallığını hesaba katarsak, olası bir sistem değişiminde büyük bir ihtimalle başarısız olunacaktır.

Aykut Kocaman’ın Niang – Semih ikilisini aynı anda oynatma sevdasını anlayabiliyorum. Alex’i de hesaba katarsak daha çok hücumu düşünen bir takım yaratması mümkün. Fakat böyle bir düzende orta sahada da bir değişime gitmesi gerekiyor. Niang’ın forvet arkası olduğu, kanatsız bir 4-3-1-2 denenebilir misal. Tıpkı resimdeki gibi:

Çok basit bir Paint uyarlaması olan bu grafik birçok şey anlatıyor aslında. Alex – Niang – Semih üçlüsünün aynı anda kullanılması ihtimali, en çok bu tarz bir dizilişte, dahası düzgün bir sistemde gerçekçi bana kalırsa. İki hücumcu ve topu oyuna sokabilen bek, o koridoru tek başlarına kullanabilirler. Andre Santos ile Niang arasındaki iletişim ise Niang’ın ceza sahasına daha çok girmesine imkan verebilir. Gökay iki yönlü orta saha özelliğini çok fazla kullanmasa da olur; bu sistem kendi hücum planını çizecektir zaten. Defansif zaafiyet vermesi çok muhtemel olan bu diziliş bence denemeye değer. Top rakipteyken Alex’in yarattığı pres yetersizliği de Semih – Alex değişikliği ile giderilebilir. Yani top rakipteyken en uçta Alex, orta sahada Semih olur. Bence ütopya değil.

Velhasıl, Fenerbahçe’de sorunlar devam ediyor. Şampiyonluk ihtimalini çok az görüyorum, toplamda Bursaspor ve Trabzonspor’un ardından bir hayli geride bana kalırsa Fenerbahçe. Sorunları çözebilecek ve takımı şampiyonluk potasına sokabilecek, dahası güzel bir futbol oynatabilecek kişi hem elinde bulundurduğu yetki hem de görevi icabıyla Aykut Kocaman. Bunu başarabilecek mi, pek umutlu olmasam da beklemeye değer…

Şu Futbol Dedikleri - 3


Çin’de Qingdao takımının teknik direktörü Liu Hongwei, Chengdu Blades ile oynadıkları maçta şike yapmak suçundan tutuklandı. Kendisiyle birlikte, rakip takımın başkanı Xu Hongtao ve teknik direktörü You Kewei’ de gözaltına alındılar. Bu maçta Qingdao takımının, maçı satmak için 73 bin dolar aldığı belirtildi. Şikeci Liu, “Çin futbolunda şike yapmak çok normal ama oyuncular o kadar kötü ki, bazen şike yapmanın karşılığını alamayabilirsiniz. Savunma yapmamamıza rağmen bize ilk yarıda gol atamadılar. Ben de ikinci yarıda takımı iyice zayıflattım da 2 gol atabildiler” diyerek ülkedeki futbol kalitesinin ne kadar düşük olduğunu anlatmaya çalıştı.

5 Şubat 2011 Cumartesi

Şu Futbol Dedikleri - 2


Bayelsea United, 2009 yılında ilk defa Nijerya futbol tarihinde şampiyonluğa ulaşmıştı. 2-2 biten Warri Wolves maçından sonra şampiyonluk kupasını kaptan Abiel Tabor havaya kaldırmıştı. Kutlamalar bütün gün sürmüş, Bayelsea’liler kendinden geçmişti.
Ancak orada hayat hiçbir zaman kolay ve sevinçlerinizi doyasıya yaşamanıza izin verecek kadar müsamahakâr değildi. İç isyanlar ve ekonomik darboğaz yüzünden ülke “güçlü olanın haklı olduğu” gerçeğiyle yüz yüzeydi. Ve bir gün önce şampiyonluk kupasını havaya kaldıran kaptan Abiel Tabor, evine giderken silahlı soyguncular tarafından kafasından vurularak öldürüldü. Futbol Federasyonu Başkanı Sani Lulu Abdullahi‘nin ilk sözleri, “Duyduğum bu haberin gerçek olmaması için dua ediyorum” olmuştu...

4 Şubat 2011 Cuma

Borussia Dortmund 0 - 0 Schalke


İlk 10 dakikayı hiç izlemedim, 10 - 25 arasını da kesik kesik izledim. O yüzden bu dakikaları pas geçiyorum.


Muhteşem bir taraftar ve rüzgarlı bir havada oynandı maç. Dortmund'un haklı bir şekilde favori olduğu ve buna uygun bir şekilde mücadele ettiği bir 90 dakika oldu. Oyun çok az durdu ve görkemli bir futbol müsabakası oldu.


İlk yarıda Dortmund savunmayı ileride kurdu, Schalke'yi her koldan tehdit ettiler. Pozisyonları da buldular fakat Barrios'un etkisiz vuruşları ve Neuer'in her zamanki üstün formu sayesinde Schalke gole kapısını kapadı. Savunmayı derinde kurdu Felix Magath'ın takımı. 4'lü savunmaya yardımcı olarak 4'lü orta saha hattı geriye çekildi fakat böylece Huntelaar - Raul ikilisiyle olan hat koptu, bu ikili çok yalnız kaldı. Dortmund'un geriye hızlı dönüşleri yüzünden etkili bir kontr-atak da yapamadılar. Farfan takıma hız kazandırsa da, kendisine pek eşlik eden olmadı ve Jurado'nun pasif oyunu takımın beynini durdurmuş oldu. Duran topları da kaleden bir hayli uzağa attılar. Böylece ilk 45 dakikada Dortmund'un mutlak hakim olduğu bir maç izledik. Schalke'nin ceza sahası civarında bıraktığı boşlukları iyi değerlendirdiler. Götze, Bender ve Blaszczykowski (ey kopi peyst ettiğim, söyle bana; anan baban çok uğraşmış mıdır sana bu ismi verirken?) başta olmak üzere Dortmundlu futbolcular bu boşluklara sızdılar. Ancak gol sesi çıkmadı ve soyunma odasına berabere girildi.



Schalke ikinci yarıya daha riskli bir oyun anlayışı ile girdi. Daha çok ileride bastılar. Orta saha hattı daha ileride kuruldu ve sıkı preslerle Dortmund'un direncini kırmaya çalıştılar. Kısmen de olsa başarılı oldular zira artık Schalke varlığını fark ettirdi. Pozisyonlar buldu. Bekler ileri çıktı, savunma hattı orta sahaya yaklaştı. Özellikle sağ bek Uchida'nın sağ koridordan taşıdığı toplarla etkili oldular. Fakat bu baskıdan bir an önce gol çıkartmaları lazımdı. Zira sezon boyunca bu kadar tempolu hücum futbolu oynamamışlardı ve Dortmund rakibini artık daha eksik yakalamaya başlamıştı. Schmitz'in geri dönüşlerde sıkıntı yaşaması sağdan Blaszczykowski'nin sazı eline almasına neden oldu. Birçok orta yaptı ama Barrios değerlendiremedi. Schalke'nin geride iyi konuşlanmaması çok fazla tehlike arz etti ve belki de mecburiyetten olsa gerek, tempoyu düşürdüler. 45-55 arası karşılıklı pozisyonlar eşliğinde geçmişti. Ardından Schalke'nin geriye çekilmesi ve Dortmund'un da tempoyo yukarıya çekmek istememesi nedeniyle ortada geçen bir maç izledik. Orta sahada geçen ve ikili mücadelelerin çok olduğu bir 20 dakika izledik. Golü atanın kazanacağı bir maç izlenimi veriyordu geçen dakikalar... Yine de her iki takım da golü bulacak pozisyonlar yarattılar. Önce Raul bir serbest vuruşta araya nefis sızan Jurado'yu çok ince gördü ama Jurado topu kaleciye nişanladı. Ardından Lewandowski Schalke defansını eksik yakaladı. Ama kalesinden bir hayli fazla uzaklaşan Neuer, enfes bir vücut hareketiyle topu uzaklaştırdı. Kafası, kolları, bacakları, göğsü... vücudunun her bölümü kullandı ve kalesini bir tehlikeden uzaklaştırdı. Artık Schalke standardının üzerine çıktı Neuer. Bayern Münih istiyor onu fakat yalnızca orada değil Manchester United, Chelsea, Barcelona dahil dünyanın her takımında oynayabilir; zira bunu başarabilecek eşsiz bir yeteneğe sahip. Bugün Schalke bu deplasmandan 1 puanla ayrıldıysa bunda en büyük paya sahip olan futbolcu açık ara Neuer'dir.

Dortmund'un 4-3-3 ile 4-2-3-1 arası esnek futbol tarzı Schalke'nin tutucu 4-4-2'sine üstün geldi. Fakat bu skora yansımadı. Birçok pozisyon buldular ama atamadılar. Ya direğe ya da Neuer'e takıldılar.

Dortmund'un son dakika baskılarından da sonuç çıkmadı ve Ruhr derbisi golsüz berabere bitti. Borussia Dortmund bu sonuçla beraber puanını 51'e çıkardı.

Şu Futbol Dedikleri - 1


Paraguay’da Cerro Porteno’nun Olimpia’yı 1-0 yendiği derbi büyük kavgalara sahne olurken, bir de aile trajedisi yaşandı. 30 yaşındaki Olimpia taraftarı Carlos Sosa, Cerro Porteno’yu tutan 20 yaşındaki kardeşi Elvio Sosa tarafından bıçaklanarak öldürüldü.

Karşılaşma olaylı geçerken FIFA kokartlı hakem Carlos Torres, Olimpia’dan üç, Cerro Porteno’dan iki oyuncuyu kırmızı kartla oyun dışı bıraktı. Gergin maçta saha dışına gönderilenler sadece iki takım futbolcuları değildi. Hakem Torres, iki takımın teknik direktörünü de atarak tribüne gönderdi. 35 bin kişinin izlediği karşılaşmada 25. dakikada kendi kalesine gol atan Dario Caballero henüz karşılaşmanın başında kafasına isabet eden yabancı maddeyle yaralandı ve bu nedenle karşılaşma yaklaşık 10 dakika geç başladı. Maçtan sonra çıkan olaylarda ise birçok kişi yaralandı.

3 Şubat 2011 Perşembe

Yakışır!

İngiltere'de boşa geçen uzun yılların ardından şansını Almanya'da arayacak Tuncay. Hoeness'ın ve Tuncay'ın yüzündeki gülümsemeye bakacak olursak her iki tarafın da beklentisi yüksek sanırım. Umarım başarılı olur ve en kısa sürede tekrar sarı lacivert çubukluyu sırtına geçirir...

Ne Aramıştınız

''Hayata dair ne öğrendiysem futboldan öğrendim. Çünkü top hiçbir zaman beklediğim köşeden gelmedi.''
Albert Camus.

Popüler Yazılar

Zİyaretçİler

Futbol Blog. Blogger tarafından desteklenmektedir.