Futbol ; Faİr Play, Cesaret, Mücadele ve Zafer...

30 Mart 2010 Salı

Kalu Uche


Neden daha iyi takımlara transfer olmadıklarına anlam veremediğim futbolcuların listesini yapsam en üst sıralarda Kalu Uche gelir. Fotoya bakıp Kazım Kazım'ı veya Samuel Eto'o'yu anımsayabilirsiniz, ki birçok özelliği bu iki futbolcuya benziyor da. Bir futbolcunun iyi olup olmadığına karar vermek için en az 10 maçını izlemek lazım ama bazıları var ki 3-4 maçta bile kendisini kanıtlıyor. Uche de bunlardan biri. 27 yaşında, Nijeryalı ve La Liga'nın Almeria takımında oynuyor. Zaman zaman sağ açık, zaman zaman da forvet arkası oynayabiliyor. En göze çarpan özelliği Kazım Kazım kadar hızlı, Eto'o kadar yıpratıcı olması. Ancak ondan bir Alex pası göremezsiniz. Üst düzey fiziğini futbol zekasıyla birleştirememiş ve bu yüzden takımını birçok golden etmiş futbolculardan kendisi. Bu özelliğini bir kenara koyarsak kendisini Jay Jay Okocha'ya benzetiyorum ben. Çok kolay adam geçebiliyor, aldığı topu saniyeler içerisinde rakip kaleye taşıyabiliyor. Rıdvan Dilmen kadar çalımcı, Cemil Turan kadar güçlü, Okocha kadar tribünü coşturucu ama Deniz Barış kadar zekası düşük. Çok iyi toplar hazırlıyor ama bazen gereksiz yere çalıma giriyor, boş pozisyonda pas vermiyor, riske giriyor. Yine de Nijerya Milli Takımı'na girmesine engel değil bu. 19 kez giydiği Nijerya Milli Takımı forması altında 2 gole imza atmış ve çok büyük bir olasılıkla 2010 Dünya Kupası'nda Güney Afrika'da da çalımlarıyla tribünleri coşturacak. Bu turnuvada hocasından şans alıp kendisini gösterirse Almeria'dan daha iyi bir takıma transfer olması çok muhtemel. Yazalım bir kenara.

29 Mart 2010 Pazartesi

Galatasaray 0-1 Fenerbahçe


Selçuk'un kötü oynamasını beklemiyordum ama maçın adamı olacağını da tahmin etmezdim. Fenerbahçe, her kötü döneminde Galatasaray'ı yenerek moral bulma zevkini sürdürdü. Galibiyeti yalnızca psikolojik etkenlere bağlamak yanlış olur. Sen Galatasaray'san; rakibinin iki önemli merkez oyuncusu sakatsa, daha 1 hafta önce Trabzonspor'a yenilmişsen, eski başkanın vefat etmişse, 1 gün önce başkanlık seçimleri olmuş, takım havaya girmişse ve önündeki maç şampiyonluğun en kritik maçıysa o maçı kazanacaksın arkadaş.

Maçın öncesinde beraber izlediğim arkadaşlara çaktırmadım ama için için kuşkuluydum, çok az umudum vardı bu derbiden. Arda gaza gelir dedim, Keita intikamını almak ister dedim, Milan Baros ikinci yarı girip yazar golünü dedim ama bunların hiçbiri olmadı. Bu dediklerimi 1 madde etrafında toplarsak, maçta benim adıma 3 sürpriz oldu. Az önce saydıklarım, Galatasaray'ın gol atamaması ve Selçuk'un gol atması. Kısır bir maç ama her dakika artan bir heyecana sahne olan maç oldu. Modern futbolun en iyi temsilcilerinden olduğuna inandığım Rijkaard Mehmet Topal'ın tüm işlevini kesip Alex'i kontrol etmesini istemiş kendisinden. Mustafa Denizli olsaydı şaşırmazdım ama bir Hollandalı bunu yapınca şaşırdım. Hele de bariz bir şekilde düşecek olan ortasahaya önlem almayıp Elano'yu sol içe yerleştirip, Mustafa Sarp'ı da ortasahada tek başına bırakınca daha da şaşırdım. Böylece Giovani Keita'nın bölgesine, sağ ileriye girdi. Keita ise zaman zaman forvette Jo'nun partneri oldu, zaman zaman da sağ ve sol kanatlarda gezdi. Fenerbahçe ne olduğunu anlamadan kalesinde tehlike yaşadı ama 10. dakikadan sonra oyun dengelendi, 20'den sonra da kontrol tamamen Fenerbahçe'nin eline geçti.

Bana göre bu maçın asıl öznesi Daum'du. Galatasaray ataklarını izleyip Alex'le bir tane yerleştiririm diye düşünürse çok büyük hata edeceğini söylüyordum. Ancak maçın her dakikasında belirli bir taktik disiplinle oynadı Fenerbahçe. Her şeyden önce sol ve sağ iç bölgelerinde alanı iyi kapadı ve oradan sızacak ara paslarının tümünü ele geçirdi. Maçın tamamında Galatasaray kanatlardan geldi, ama bu kanat akınlarının taktik düşünceyle geldiğini söylemek zor, Keita ve Giovani'nin hızlarıyla, bireysel çabalarla pozisyon buldular. Mehmet Topal Alex'i kilitledi ama aslında Emre'nin yokluğunda düşen Fenerbahçe ortasahası için bir avantajdı bu. Topal hücumlara hiç katılmadı, partneri Mustafa Sarp'ın ne yaptığını çözebilmiş değilim. Maçta şöyle net bir şey hatırlıyorum. Mustafa Sarp orta yuvarlağın 10 metre gerisinde top aldı, kendisinin 5 metre ilerisinde Mehmet Topal var ve ileride ona basan kimse yok. Ne Selçuk, ne de Topuz kendisine yakın, futbol kuralları ileriye gitmesini emrediyor. Ama Mehmet Topal zaten ürkek ve şaşkın, etrafında dönüyor ve topu aldığı yere geri veriyor. Nereye? 5 metre gerisindeki Mustafa Sarp'a. Mustafa Sarp'ın ne yapması lazımdı? Topu verdikten sonra yardım amaçlı mesafe katedip top istemesi lazımdı. Yapamadı. Galatasaray'ın aslında sezon başından beri en sıkıntı çektiği bölge burası bana kalırsa. Topal Sarp'a, Sarp Topal'a, Topal Servet'e, Servet'ten Jo'ya... Hal böyle olunca maç boyu bir tek atak geliştiremedi Galatasaray ortadan. Selçuk belki de hayatının en kolay maçını çıkardı. Topu alıyor ama kendisini rahatsız eden yok, baskı uygulayan yok. Hoş, attığı paslar yanlış yere oluyor genelde ama bu Galatasaray'ın önde baskı yapmadığı gerçeğini değiştirmez.

15. dakikadan sonra Rijkaard eski sisteme döndü, Elano'yu ortaya çekti, Giovani sol açığa ve Keita da sağ açığa geçti. Maç boyu etkisiz olan Elano, Alex'in peşinde koşmaktan başka bir şey yapmayan Topal ve ortasahayı geçince suç işlemiş gibi yüzü kızaran Sarp oyuna katılmayınca Galatasaray'ın tek alternatifi olarak kanatlar kaldı. Caner'e burda ayrı bir parantez açmak lazım. Kademeye girmez, rakibini kovalamaz, tek pas yapmaz, orta açmazsın, afedersin ama ne yaparsın sen? diye sormak istiyorum kendisine. Futbol zekasının düşük olduğu çok belli. Defansı da zayıf zaten, bana göre yapılması gereken şey kendisini sol açığa çekmek ya da ligin sonunda elveda demek. İkinci seçenek daha sağlıklı olur sanki. Özetlerde en çok Keita ve Giovani'nin gözükmesinin sebebi de bu. Galatasaray'da birinin sazı eline alıp türkü söylemesi gerekiyordu. Keita ve Gio yapı olarak hızlı ve karşısındakine üstünlük sağlayan oyuncular. Ancak üstte bahsettiğim gibi, Fenerbahçe bu ikiliyi savunurken alanı çok iyi daraltıp tüm alternatiflerini yok etti. Kademeli koşularla ve Selçuk ve Mehmet Topuz'un da yardımlarıyla çizgiye indirmediler ve 90 dakika boyunca tek bir orta dahi gelmedi Jo'ya. Pardon, Caner'in ortasahanın gerisinden ortalayıp Jüpiter'e gönderdiği bir top var, atlamamak lazım.

İkinci yarının başında da durum değişmedi. 55'te Topal'ın çıkıp Arda'nın girmesi küçük bir kırılma anıydı. Elano daha geriye gelip Gio ortaya geçti, Arda da solda yer buldu kendine. Böylece Alex daha rahat bir ortam buldu ve Galatasaray'ın yarısahasında daha fazla top tuttu Fenerbahçe. Psikolojik, biraz da fizyolojik anlamda geriye giden Galatasaray, ilk yarıdan da kötü oynadı.

Özer'in defansif zaafiyetinden çok da fazla yararlanamadı Rijkaard. Ben olsam oyunu Caner-Gio-Mustafa Sarp üçlüsüyle oyunu oraya yığar, Elano'nun da destekleriyle pozisyon arardım. Yapmadı. Bildiğini okudu. Fenerbahçe'de Alex'in topla buluşmasını engelleyen Topal'lı hat çıkınca Selçuk da oyuna dahil oldu ve Andre Santos-Vederson ikilisi daha çok hücumu düşünmeye başladı. Nitekim gol de bu şekilde geldi. Kullanılan taç atışı, Vederson'a gelen top, Vederson'un Selçuk'a pası ve Selçuk'un golü. Allah bazılarına bazı özel şeyleri nasip ediyor. Selçuk'un Galatasaray'a toplamda attığı iki gol de jeneriklik. Golden sonra doğal olarak Galatasaray biraz daha kalabalık ve agresif gelmeye başladı. Golü de bulabilirdi. Ama gününde olan Lugano-Bilica-Andre Santos-Gökhan Gönül dörtlüsü ve bunlara yardım eden Selçuk ve Topuz ikilisi gole izin vermediler. Volkan'ın 90'da çıkardığı fotoğraflık top bu maçı Fenerbahçe'nin kazanacağının işaretiydi.

Yine boğazın iki yakasını buluşturan bir derbi, yine yıldızlar geçidi, yine maçtan önce sakatlık haberleri ve yine Fenerbahçe'nin galibiyeti. Ama bu sefer kırmızı kartı gerektirmeyen bir galibiyet. Yine umutlanan Galatasaraylılar, yine Fenerbahçe'yi küçümseyen Galatasaraylılar ve yine kapağı takan çubuklu sarı lacivert formayı giymiş 11 büyük adam. Fenerbahçeli olmaktan ve bu derbinin bir parçası olmaktan gurur duyuyorum. Keşke kel kaptan Alex'e o pet şişesi atılmasaydı. Alex'in çektiği acıdan sonra kimseye sataşmadan işine bakmasını görüyorum, bir de Keita'nın her dokunuşta 35 bıçak darbesi yemiş gibi acı çekmesine şaşırıyorum, bu gururum bir kez daha artıyor.

27 Mart 2010 Cumartesi

Roma 2-1 Inter


Inter kan kaybetmeye devam ediyor. Rakipleri yükselmeye devam ederken Inter hızlıca geriye gidiyor.

Inter'in sezon başından beri uyguladığı en iyi iş, ayağa hızlı pas yapmak. Bunu bozan her takım Inter'den puan aldı. Şöyle söyleyelim. Roma, her futbolcusu birebirde etkili olan bir takım. Hızlı, teknik ve dar alanda topu kaptırmayan. Inter ise bundan daha ziyade mücadele gücü ön plana çıkan bir takım. Örneğin hovardalıklarıyla ünlenmiş Brezilyalılar'dan iki tane var Inter'de. Lucio ve Maicon. Sapkınlık yapmadılar hiç. Özellikle Lucio işler kötü giderken hırs yapıp topla çıkışıyla ünlenmiş nadide stoperlerden... Ama neden Inter Roma'yı yenemedi? Roma topu çok az kaptırıp etkili paslar yaptı ve Inter de bu çaresizlikleri ancak faul yaparak durdurabildi. Tam sayamadım ama herhalde Inter'den 6-7 futbolcu sarı kart gördü. Riise, Vucinic, Perrotti ve Pizarro sayesinde birçok faul alıp ceza yayının etrafından serbest vuruş kullandı Roma. İlk yarının tamamında Ranieri'nin öğrencileri topa hakim olup Inter'i etkisiz bıraktılar, gollerini de attılar ve soyunma odasına 1-0 önde girdiler.

Soyunma odasında nasıl diyaloglar yaşadılar bilemiyorum ama ikinci yarının tamamında Roma geriye çekildi ve Inter'e birçok pozisyon verdi. İlk yarıda Inter'in pozisyon bulamamasının iki sebebi vardı: 1- Ayağında çok top tutan Romalılar'dan top alamadılar. 2- Sahayı enine boyuna parselleyen Roma karşısında ortasahayı ele geçiremediler. Bu yüzden Sneijder çok etkisiz kalmıştı. Sezon başından beri bu takımın en iyi 2-3 oyuncusundan biri Hollandalı. O etkisiz olunca Inter atakları olgun gelişmiyor. İkinci yarıda Roma geriye çekilince ortasaha boş kaldı ve Sneijder gerçek etkinliğini gösterebildi. Pandev'in de oyuna dahil olmasıyla daha sağlı sollu ve daha yıpratıcı ataklar geliştirdiler. Golü de buldular. Roma bu baskıya daha fazla dayanamadı ve çok çabalayan Sneijder Milito'ya asistini yaptı. Ancak ilginç bir şey oldu. Maç boyunca neredeyse olumlu hiçbir şey yapamayan ve geriye çekilen Roma'nın ilerde kalan tek oyuncusu olan Luca Toni, Inter'in golünden hemen sonra durumu 2-1'e getirdi.

Aşağıdaki postlardan birinde Mourinho'nun bir röportajı var. Asla geriye çekilmesini istemiyor takımının. Inter 2-1'den sonra yine gol aradı ama üstünlüğü sağlamak için korkutucu ataklar da geliştiremedi. Eto'o, Sneijder ve Pandev çok çalışıp didindiler ama Roma Inter'e ikinci gol iznini vermedi.

Böylece lider Interle puan farkını 1'e indirdiler. Mourinho Real Madrid'e gitmek için sezon sonunu beklemeyebilir.

26 Mart 2010 Cuma

Geriye Bakmak




Fenerbahçe 2 sene önce tarihinde ilk kez Şampiyonlar Ligi'nde çeyrek finale çıktı. Çeyrek final ilk maçında Chelsea'yi 1-0 geriye düşüp 2-1 yendi. Ve kadrosunda bugün ismini anarken suratımızı buruşturduğumuz Vederson, Kazım, Kezman, Selçuk gibi futbolcular vardı. Ve bu başarı kesinlikle tesadüf değildi; takım başka bir kimlik kazanmıştı. Avrupa arenasında gereken soğukkanlı taktik disiplini maçın her dakikasında neredeyse kusursuzca uyguluyordu. Peki sonra ne oldu biliyor musunuz? Bu kulübün başkanı, takım Türkiye'de zirvede olamadığı için bu başarıyı kazanan takımın teknik direktörünü kovdu. Sonra da televizyon programlarına çıkıp "Biz onu kovmadık. Sözleşmesi bitmişti" dedi. Kadrosunda çoğunluğu inşaat mühendisi olan yönetim kurulu üyelerinden hiçbiri çıkıp da "Ya kardeşim iyi güzel de, bu adamı göndermek saçma olmaz mı?" demedi. Diyemedi. Dedirtmediler.

Bu kulübün başkanı geriye bakmadı. Bu başarıya ulaşırken hangi basamakları çıktığını hatırlayamadı. Kulüp 4 adım ileri gitmişken birden 5 adım geriye gitti. Tekrar ileriye gitmeye çalışırken de yanına İspanya Milli Takımı'nı şampiyon yapmış ve bu ülkeye her türlü sırf para kazanma amaçlı gelmiş olacak olan 70'lik bir adamı, bunun yanında da İspanya Ligi'nin gol kralını aldı. Sonuç: Avrupa'da 6 maçta 2 puan ve ligde dördüncülük.

Bu kulüp bir şirket değil. Amacı büyük paralar kazanmak da değil. Taraftarını mutlu etmek... Ama şirket gibi yönetiliyor. Her yıl barkovizyonda takımın stadyum gelirleri, taraftarların satın aldıkları giysilerin gelirleri gösteriliyor. Türkiye'nin en zengin kulübü diye anılıyor. Ama bu zenginlik sportif başarıdan gelmiyor. Sırf taraftarın parasıyla övünülüyor. Mağaza, telefon hattı ve stadyum gelirleri taraftarların sağladığı şeyler. Taraftarlar 1 yıl boyunca takımı protesto edip stada gelmese, giyim kuşamını stadın altındaki mağazadan yapmasa, telefon hattını kulübün sağladığı hizmetten almasa, koca bir sıfır. Kulübün kasası boş kalacak. Ve "kurumsallaşma"dan bahsedilemeyecek.

Başarı ya da başarısızlıkta, geriye dönüp bakmak gerekir. "Ben ne yapmışım?", "Bunu düzeltmek için ne yapmalıyım?", "Bunu daha da geliştirmek için neler yapılır?" diye düşünmek sağlıklıdır. Böylece kişiler ya da kurumlar basamakları daha hızlıca çıkabilirler.

25 Mart 2010 Perşembe

Almanlar Platini ve Maradona'ya Kızgın


UEFA Başkanı Michael Platini, Almanya'nın 2010 Dünya Kupası'nı kazanma şansının olduğunu ama kendisinin en büyük üç favorisinin Brezilya, İngiltere ve İspanya olduğunu söyledi. Almanlar'ı sinir bastı! Almanya'nın şansı olduğunu ama kendisine göre bu üç takımdan sonra Arjantin, Fransa, İtalya, Portekiz, Hollanda ve Fildişi Sahilleri'nin şansları var. Almanya'yı listeye katmıyor yani. Almanlar "UEFA'nın patronu bizi unuttu mu?" diyor. Maradona da "Almanya'nın kupayı kazanabileceğini düşünmüyorum" demiş. The Bild'in yorumu şu: "Biz umut ediyoruz ki, iki usta isim bu konuda yanılsınlar."
3 ay sonra göreceğiz...

Komedi Sitesi


Çok zamandır gülmek için Fenerbahçe'nin resmi web sitesi Fenerbahce.org'a giriyorum. Bakıyorum, gülüyorum. Eğlenceli oluyor. Pankarttaki GFB imzasını paintle silerek Cem Yılmaz'a bile taş çıkartıyorlar. Helal olsun...

Bayern Münih Finalde


Almanya Kupası yarı final maçında karşılaşan Schalke ve Bayern Münih'ten gülen taraf kırmızılılar oldu. (Milliyet spor muhabiri gibi yazdım ama olsun.) Büyük çekişme içinde geçen 90 dakikada gol olmayınca maç uzatmaya gitti ve 112. dakikada Robben'in attığı golle Bayern Münih maçı 1-0 kazandı ve finalde Werder Bremen'in rakibi oldu. Schalke aşırı sert oynuyor yalnız, göz ardı etmemek lazım. Tutmadı tabii bu taktikleri...

Bitmeyen Adale Sakatlıkları


Bir takımın hem hafta içi hem de haftasonu maçı varsa ve hafta içindeki maç diğerine göre daha kolaysa o maçta rotasyona gidilir. 3-4 as oyuncu yedek bırakılır ki bir sakatlık olmasın, yorgunluk olmasın, hem de yedekleri görelim diye... Koca Fenerbahçe takımında Emre'nin yedeği yok mudur? Özer ya da Mehmet Topuz'dan biri oraya çekilip Deivid ilk 11 oynatılmaz mı? Alınan kıytırık bir galibiyet var ama kaybedilen bir Emre Belözoğlu ve devam eden yanlışlar...

24 Mart 2010 Çarşamba

Galatasaray - Fenerbahçe Derbisi Öncesi


Her yıl en az 2 kez oynanan derbinin rövanşı Ali Sami Yen'de. Fenerbahçe'nin 3-1 kazandığı ilk maç çevremdeki Galatasaraylılar'ı hayli doldurmuş bir vaziyette. Kaybeden çok büyük bir ihtimalle aynı anda şampiyonluktan da olacak. Kazanan ise şampiyonluk iddiasını sürdürecek.

İki takımın şu ana kadarki form grafiklerine ufak bir göz atalım. Her iki takım da büyük inişli çıkışlı zamanlar yaşadı. Özellikle Fenerbahçe bir ara 4 maç üst üste kazanamamıştı. Sarhoş vaziyette gezen rakiplerinin durumundan faydalanan Bursaspor birine 5 öbürüne 6 puan fark attı.

Maç şüphesiz ilginç olacak. Özhan Canaydın'ın vefatı gergin ortamı sakinleştirir umarım. Bir yanı kırmızı, diğer yanı lacivert ve ortası sarı olan bir formanın arkasına "Özhan Canaydın" yazılıp statta asılabilir misal.

Kanatlardan başlayalım. Fenerbahçe'nin Şampiyonlar Ligi'nde çeyrek finale çıkarken en büyük kozu 4 kanat oyuncusu idi. Aradan 2 sene geçti. Bu 4 futbolcunun 3'ü yok şu anda, kalan Gökhan Gönül de formsuz. Kanatlardan gelecek baskınlarda Galatasaray daha avantajlı gibi duruyor. Daum bile ilk maçta dersine iyi çalışmış ve Sabri-Keita köprüsünü yıkmak için Andre Santos'u yedeğe çekip daha savunması bir ikili olan R. Carlos-Vederson ikilisini monte edip Cristian Baroni'yi de destek elemanı olarak oraya göndermişti. Şimdi Carlos yok, büyük bir ihtimalle Andre Santos ve Vederson ikilisi durdurmaya çalışacak Galatasaray'ın sağ tarafını. Andre Santos'un ismi güzel ama yaptığı savunmayı pek beğenmiyorum ben. Hızı da çok iyi değil. Vederson desen, en formda zamanında bile vasatı geçememiş, şahsi düşünceme göre bu takımın futbolcusu olmayan birisi. Arada sırada güzel maçlar da çıkarıyor. İlk maçtaki oyunu güzeldi mesela. Durdurmayı başarmıştı Sabri'yi. Ancak şimdi ileriye çıktığında geride onun alanını dolduracak birisini bulacak mı, soru işareti. Andre Santos önündeki arkadaşıyla beraber ileri geri giden değil de, daha çok içeri kateden bir sol bek. Doğal olarak Vederson'un kaptırdığı toplar olağanüstü bir hızla koşan Keita tarafından çok çabuk ileriye taşınıp tehlike yaratabilir. Keita'yı kendi takımımda istemem ama 4-3-3 sistemi için kesinlikle ideal bir sağ uç elemanı. Gününde olduğu zaman kendisini durdurmak çok zor. Ve şimdi Vederson-Andre Santos ikilisine yardıma gelen adam Cristian değil Selçuk olacak. Galatasaray'ın en büyük kozu Keita olacak şüphesiz.

Fenerbahçe'nin sağ kanadı-Galatasaray'ın sol kanadı eşleşmesinde durum hemen hemen eşit gibi. Savruk Caner gününde de olsa ordan birçok akın yiyor Galatasaray. Giovani fizik olarak kendini her maç geliştirse de alan paylaşımını çok iyi yapan Fenerbahçe, kendisine açık alanda oynama fırsatı vermeyecek. Bir Kasımpaşa, ya da bir Antalyaspor değil Fenerbahçe. Sürekli hücum eden ve bu amaçla belirli bölgelerinde açık bırakan bir takım değil. Gökhan Gönül kendini bu maça verirse önünde oynayacak Mehmet Topuz'la beraber Galatasaray'ın sol tarafında birçok açık bulabilirler. Ayrıca içeriye katedip pas alışverişine katılabilirler.

Ortasahada ise belirgin bir Fenerbahçe üstünlüğünden bahsetmek mümkün. Galatasaray'da vaziyet başlıklı yazıda Galatasaray'ın ortasahadan ileriye rahatça top taşıyamadığını ve ancak fiziki olarak gününde olurlarsa rakipleriyle çekişebileceğinden bahsetmiştim. Türkiye'nin önde basan en iyi futbolcusu Emre Belözoğlu, zaten hücuma neredeyse sıfır destek veren Mustafa Sarp-Barış Özbek ikilisine bana göre tek başına üstün gelecektir. Yanında Selçuk da oynasa. Eğer Emre kafasını sadece maça verebilirse, zaten az gelecek olan ortasaha akınlarını kesebilir ve çok iyi yaptığı şeyi; ileriye top taşıma özelliğini konuştururak Alex'i rahatlatabilir. Galatasaray adına Elano'nun ne yapacağı çok önemli. Koca ortasahada adam gibi pas alışverişine giren, pozisyon yaratan bir Elano var. İsabetli pasları tehlike yaratabilir. Bunun için Daum elbette önlemini alacaktır ancak kendisi çok fazla faul alan bir oyuncu, ceza yayına yaklaştırmamak lazım. Kendisinin sahadaki muadili Alex'in, 6 yıllık Türkiye kariyerinde Ali Sami Yen Stadı'nda attığı golü yok. 2 maçlık cezasını ödedi ama gözlerimizin pasını silmesi için bir ilk olarak bu maçta gol bekliyorum kendisinden. Sağa sola açtığı toplar, verdiği ve Güiza'nın kaçırdığı goller, ceza yayı çevresinde aldığı frikikleri çok gördük ancak Galatasaray deplasmanında golünü yazamadı bir türlü.

Forvet mevkiinden bahsederken yalnızca Jo ya da Güiza'yı ele almamak lazım. Yarım forvet Alex ve çeyrek forvetler Keita ile Giovani, bu ikiliye yardım edecekler. Ben Jo'nun Lugano ve Bilica ikilisine çok fazla sıkıntı çektireceğini düşünmüyorum. Teknik ve şutları iyi ancak bir derbide kendisinden beklenen fiziki mücadeleyi iki sert savunmacı ile dişe diş bir biçimde gerçekleştirebileceğini düşünmüyorum. Fenerbahçe'nin sorunlu tarafı olan Lugano-Bilica ikilisinin arasına atılan toplarda da Volkan'ı tehdit edebilir mi, pek sanmıyorum. Çok da hızlı değil... Zorlayacak tarafı, pas alışverişinde bulunurken Keita ve Giovani'ye göndereceği toplardır. 2-3 kişi Jo ile ilgilenirken o birden Keita'yı kaçırırsa, Keita affetmez. Bu nedenle Fenerbahçe savunmasını önde kurmamalı. Çünkü kaptırılan her top, az adamla yakalanan savunmayı zorlar, bu tip pozisyonları seven Jo-Giovani-Keita üçlüsü Volkan'ın kariyerini lekeleyici şeyler yapabilirler. Güiza hakkında herhangi bir şey söylemek istemiyorum.

Galatasaray kaptığı topları en hızlı biçimde kanatlara taşımak isteyecektir, Fenerbahçe ise hücumlarını Emre ve Alex üzerinden geliştirecektir. İki takım adına da çok çok kritik bir maç olacağı için gergin geçmesi normal karşılanmalı ancak umarım aşırıya kaçmaz bu gerginlik. Evsahibi olarak elbette Galatasaray favori ve ben bu maçın, iddaacıların deyimiyle, alt biteceğini düşünüyorum. Kısır bir maç olacak gibi. Gönlümüz Fenerbahçe'den yana tabii ki ancak Galatasaray tarafı daha ağır basıyor sanki.

23 Mart 2010 Salı

Galatasaray vs. Fenerbahçe


Boca-River derbisinden bahsettik, kendi derbimizden bahsetmeden geçmek ayıp olur. Bizim Classicomuz'un da diğerlerinden pek farkı yok aslında; kavga, gürültü, dövüş, kakış... Gelin derbinin tarihsel gelişimine bakalım:

Ali Sami Yen

Mekteb-i Sultani'de edebiyat öğretmeni ders anlatırken birkaç arkadaş kafa kafaya vermişti; haylazlık peşindeydiler ve bir futbol takımı kurmaya kara vermişlerdi! Reisleri Ali Sami Yen rotalarını şu sözlerle açıklamıştı: "Maksadımız, İngilizler gibi toplu halde oynamak, bir renge ve isme malik olmak, Türk olmayan takımları yenmektir." O gün aylardan ekim, yıllardan 1905'ti. O sınıfta Galatasaray kurulmuştu.

Ziya Songülen

İstanbul'da İngilizler, Rumlar ve Fransızlar futbol oynarken Anadolu yakasındaki başka gençler de meşin yuvarlağın peşinde koşmak istiyorlardı. Önce 1899'da, sonra da 1902'de kulüp kurmaya çalışmışlar, hükümet tarafından engellenmişlerdi; 1907 ilkbaharında kimse karşılarında duramayacaktı. Ziya Songülen, Ayetullah Bey ve Necip Okaner'in önderliğinde, Kadıköy ilk Türk takımına; Fenerbahçe Futbol Takımı'na kavuşmuştu.

Bugün arkalarında yüzlerce maç bırakan Fenerbahçe ve Galatasaray böyle kurulmuşlar, uzun bir süre İstanbul Ligi'ni domine eden yabancı ve azınlık takımlarına karşı ortak hareket etmişlerdi. Hatta 1911-1912 sezonu öncesinde iki takımın birleşmesi bile gündeme gelmişti. Bazı Avrupa takımlarına karşı ortası sarı, bir tarafı lacivert, diğer tarafı kırmızı forma giymiş karmalar da oluşturmuşlardı. Galatasaray Avrupa turnesine çıktığında Fenerbahçe'den Zeki Rıza Sporel, Nedim Kaleci, Cafer Çağatay, Galip Kulaksızoğlu ve Bekir Refet'i kadrosuna eklemişti. Bu arada kendi aralarında da 1914'e kadar yedi maç yapmışlar ve Galatasaray bunları gol yemeden kazanmıştı. 4 Nisan 1914'te tarih değişti ve Fenerbahçe, İstanbul Ligi'ni sürekli kazanan Galatasaray'ı yenmeye başladı. Bu en büyük derbimizin doğuşu oldu.

İki takım Türkiye 1. Profesyonel Futbol Ligi kurulana kadar 160 kez karşılaştılar. Bu dönemde iki kulüp de kendi efsanelerini yarattı. Eski başbakanlardan Şükrü Saracoğlu 16 Mart 1934 ile 15 Ekim 1950 tarihleri arasında Fenerbahçe'ye en uzun süre başkanlık yapan isim oldu. Bugünkü stadın onun ismini taşıması tesadüf değil; o stadı Fenerbahçe'ye o kazandırdı.

Kadıköy'de yeşil sahalarda da bir efsane vardı; Zeki Rıza Sporel 19 yıl sarı lacivertli formayı giydi. 332 maçta 470 gol attı. "Üstat", Beşiktaş'a, Galatasaray'a ve Finlandiya Milli Takımı'na bir maçta dörder gol atmayı başardı. Aynı dönemde Cihat Arman, Fikret Arıcan, Şükrü Ersoy, Halit Deringör, Basri Dirimlili, Mehmet Ali Has, Galip Kulaksızoğlu diğer Fenerbahçe yıldızlarıydı.

Fenerbahçeliler kendi efsanelerini yaratıp tarihlerini yazarken Galatasaraylılar da boş durmuyorlardı. Kulübün 1 numaralı kurucu üyesi ve başkanı Ali Sami Yen, Türkiye Milli Olimpiyat Komitesi Başkanlığı yapacak kadar spor aşığı bir insandı ve Türkiye Milli Futbol Takımı'nın da ilk çalıştırıcısıydı. Onun da ismi Mecidiyeköy'de yaşıyor. O dönemin birçok Galatasaray efsanesi arasında Baba Gündüz Kılıç'ın yeri ayrıdır; Beşiktaş'a 20, Fenerbahçe'ye 9 gol attı. 30 Haziran 1940'ta Beşiktaş'ın Baba Hakkı'sının da oynadığı maçta üçü ayakla, ikisi kafayla olmak üzere beş gol atarak tarihe geçti.

Türkiye 1. Profesyonel Ligi kurulunca bu iki dev kapışmak için bambaşka bir arena bulmuş oldu. İlk üç şampiyonluğun ikisini Fenerbahçe, birini Beşiktaş aldıktan sonra Galatasaray fırtınası esmeye başladı. Gündüz Kılıç idaresindeki Cim Bom, 1961-1962 ve 1962-1963 sezonlarını birinci bitirmeyi başardı. İkinci şampiyonluklarını kazanırken uzun yıllar kırılamayacak, kırılması da bir başka Galatasaraylı futbolcuya nasip olacak bir rekora imza atan bir oyuncuları vardı; Metin Oktay 22 maçta 38 gol atarak 1960'lı yılların en büyük Galatasaraylı futbolcusu olmuştu.

Metin Oktay'ın ağları delen golü

"Naci'yi geçtikten sonra çok dar açıdan kaleye vurmak zorundaydım. Başımı kaldırım, bütün kuvvetimle vurdum. Özcan köşeyi kapamıştı, ama top Fenerbahçe kalesine girdi. Golden sonra arkadaşlarımın kucağındaydım. Topun ağları deldiğini sonradan öğrendim." diye anlatmıştı Metin Oktay efsanevi golünü. Taçsız Kral altı kez gol kralı olmayı başardı: 15 sene oynadığı Galatasaray'a 217 gol armağan etti; bunlardan 18 tanesini sarı lacivertliler kabullenmek zorunda kaldı!


Ordinaryüs Lefter Küçükandonyadis

Lig Fenerbahçe için çok güzel başlamıştı. İlk ve üçüncü şampiyonluğu aldılar, Galatasaray'ın dublesi sırasında solunlandılar, iki kez arka arkaya birincilik tatılar ve 1967-1968 sezonunu şampiyon tamamladılar. Profesyonel ligin ilk altı sezonunda forma giyen Lefter Küçükandonyadis beş sezonda takımının en golcü ismiydi. Onu bir başka efsane Can Bartu anlatıyor: "Tek başına bir takımdı. O iyi oynadığı zaman hiçbir rakip onu durduramazdı. Topu istediği yere atardı. Frikikleri, penaltıları önlenemezdi. Rakiple dalga geçerdi." Ordinaryüs, 16 yılda 615 kez giydiği Fenerbahçe formasıyla 423 resmi gol attı. Sar kırmızı ağların tozunu 18 kez aldı. Milli takımda 50 maç oynayan ilk futbolcu oldu.

Lefter ve Can saha içinde Fenerbahçe rüzgarı estirdikten sonra kulübü efsane bir başkan devraldı. Faruk Ilgaz 20 Mart 1966-24 Şubat 1974 yılları arasında hem tesis hem sportif açıdan Fenerbahçe'ye çok şey bıraktı. Onun zamanında sarı-lacivertliler beş kupalı 1967-1968 sezonunu yaşadılar, Avrupa Devi Manchester City'i elediler, iki kez şampiyon oldular. Ilgaz'ın teknik direktörlük görevini verdiği Ignac Molnar, kulüpte üçüncü kez görev almış ve beş kupayı 1967-1968 sezonunda kazanmıştı. Molnar Fenerbahçe tarihinin en çok kupa kazanan teknik adamıdır: Yedisi resmi olmak üzere toplam 14 kupa!

1970'ler bir üçlemeyle, Türkiye Ligi'nin ilk üst üste şampiyonluk kazanma başarısıyla açıldı. İngiliz teknik direktör Brian Brich'ün 4-3-3 oynattığı Galatasaray 1970-1971, 1971-1972 ve 1972-1973 sezonlarını şampiyon tamamladı. Kalede Yasin, forvette Özdenak kardeşler takımı sırtlamışlar, yanlarına da "Çizgi" Metin Kurt, Tuncay Temeller, Mehmet Ooğuz, Bülent Ünder gibi isimleri alıp zaferlere koşmuşlardı ama 70'lerin ikinci yarısı oldukça kurak geçecekti. O günlerde kulübün başında Selahattin Beyazıt vardı. 18 ocak 1969'da göreve gelmiş, dört kez kongre kazanarak tarihe geçmişti. Beyazıt üç lig şampiyonluğunu kazanmakla yetinmedi, Galatasaray'ın geleceği kabul edilen Riva arazisini de kulüp malvarlığına eklemeyi başardı. Faruk Ilgaz takımın başına Valdir Pereira Didi'yi getirerek sarı-kırmızıları durdurmayı başardı. Pele ile birlikte Dünya Kupası kazanan, futbolu 1967'de bırakan Didi'nin 1972 Haziran'ında Türkiye'ye gelmesi büyük ilgi uyandırdı. Dahası; Fenerbahçe'nin genlerine Brezilya aşısı onunla yapılmış oldu. Takım yepyeni bir yıldıza kavuşmuş oldu: Cemil Turan.

Fenerbahçe, Lefter ve Can'dan sonra forvette sıkıntı yaşamadı. Karşıyaka'dan alınan Ogün Altıparmak dört şampiyonlukta takımın golcüsü olmayı başarmıştı. 1970-1971 sezonunda gol krallığını kazanan yıldız oyuncu, yerini Cemil Turan'a devretti. Dört sezon takımın en golcüsü olan Cemil'in Fenerbahçe'ye gelişi de başlı başına bir derbi golüydü! İstanbulspor Aralık 1972'de O'nu Galatasaray'a satmaya kalmışmış, ama o günlerde 25 yaşında olan Cemil, "Fenerbahçe'den başka bir takımda oynamam." diyerek kendini sarı lacivertlilere transfer etmişti. Daha ilk Galatasaray derbisinde gol atmayı başardı, üç kez gol kralı oldu, Galatasaray ağlarını toplam 14 kez sarstı. 1970'lerin Fenerbahçe'sinde Ziya Şengül, Osman Arpacıoğlu, Ercan Aktuna, Ilie Datcu, Cem Pamiroğlu, Raşit Çetiner, Engin Verel gibi isimler vardı.

Alpaslan Eratlı şampiyonluk kupasını kaldırırken...

Bir önceki yıl Galatasaray şampiyonluk orucuna girerken Trabzonspor ligi domine etmişti. Çalkantılı günler geçiren Fenerbahçe, 12 Nisan 1981'deki kongesinde yepyeni bir başkan buldu: Ali Şen. Efsane başkan yeni sezonda takımın başına Branko Stankoviç'i getirdi ve takım beş kupayı birden müzesine götürdü. Stankoviç'in, golcüsünü ileride tek başına bırakarak maç kazandıran sistemi 1980'lerin başına iki büyük futbolcu yarattı. Fenerbahçe formasıyla 134 gol atan Selçuk Yula iki kez de gol krallığını kazandı. Takım kaptanı Alpaslan Eratlı'ysa liberoda tarih yazmıştı. Beş kupa kazanılan sezonun sonunda Stankoviç futbolu bırakma kararı alan Alpaslan için Ali Şen'e şöyle dert yanmıştı: "Takımımın iki beyni var. Biri Osman, diğeri Alpaslan. Osman Trabzon'a gidiyor, ne olur söyleyin, Alpaslan bir yıl daha oynasın." Ancak Alpaslan Eratlı zirvede bırakmayı tercih edecekti.

Sarı kanaryalar coşkulu bir başka sozon için 1988-1989'u bekleyecekti. Başkan Tahsin Kaya, teknik direktör Todor Veselinoviç'ti. Hala kırılamayan 103 gollük rekorla şampiyon oldular. Yıldızlarsa saymakla bitmeyecek gibiydi. Toni Schumacher, Rıdvan Dilmen, Aykut Kocaman, Hakan Tecimer, Turan Sofuoğu, Hasan Vezir, Müjdat Yetkiner ve Nezihi Tosuncuk takımı uçuracak ve unutulmaz 4-3'lük Galatasaray zaferini taraftarına yaşatacaktı. Aykut o sezon Galatasaray'a gol atmaya başlamıştı; toplamda 13'ü bulacaktı.

Galatasaray ise beklemedeydi. Son şampiyonluk 1973'te yaşanmış, ardından kuraklık başlamıştı.
Fatih Terim gibi bir kaptan hiç şampiyonluk görmeden Galatasaray'da 11 yıl futbol oynamıştı! Makus talihi değiştirmek başkan Ali Tanrıyar'a kısmet oldu. Almanya Milil Takımı'nın ünlü teknik direktörü Jupp Derwall takımın başına getirildi, kendisine sabredildi ve özlenen gün 7 Haziran 1987'de geldi. Bu bir sonuç değil, başlangıçtı. Derwall tohumları atmış, geleceğin Galatasaray'ı kurulmuştu. Bir sonraki sezon Derwall'in yardımcısı Mustafa Denizli başa geçecek, önce şampiyonluk, sonra da Şampiyon Kulüpler Kupası'nda yarı final görecekti. O unutulmaz Neuchatel Xamax ve Monaco maçları da Denizli idaresinde kazanılacaktı.

Tanju Çolak

O günlerde Cüneyt'ten Erhan'a, Prekazi'den Uğur'a Galatasaray birçok yıldızı barındırıyordu ama bir tanesi oldukça farklıydı. Tanju Çolak 1987-1988 sezonunda 38 maçta 39 gol atarak Metin Oktay'ın bir sezonda en çok gol atma rekorunu kırdı. Üstüne Avrupa Gol Kralı oldu ve France Football dergisinin Altın Ayakkabı ödülünü kazandı. Tanju Fenerbahçe kalesini de 14 kez ziyaret etti.

Galatasaray'ın bu başarılarını ya da Fenerbahçe'nin 103 gol atan futbolunu 1990'lara taşıyacağı düşünülüyordu ancak araya Gordon Milne'in Beşiktaş'ı girdi. Üç sezonun ardından sarı kırmızılılar yeni bir Alman çıkartması yaptılar. Karl Heinz Feldkamp, yanına Falco Götz ve Reinhard Stumpf'u alarak takımın başına geçmişti. Kurduğu Alman sistemi iki yıl üst üste şampiyonluk kupasını Galatasaray'a getirdi ama "Altın Çağ"a imzayı atan isim Fatih Terim oldu. Terim'le Galatasaray 90'ların ikinci yarısında dört yıl üstüste şampiyon olarak rekor kırarken, UEFA Kupası'nı da müzesine götürüyordu. Bülent Korkmaz tüm başarılarda yer alırken yanında Hakan, Hagi, Popescu, Taffarel, Ilie, Okan, Suat, Emre, Ümit, Hasan gibi isimler vardı.

Aynı dönemse Fenerbahçe için kâbustan beterdi; sarı lacivertliler 1990'lı yıllarda sadece bir şampiyonluk görmüşlerdi. Ali Şen kötü gidişi durdurmak için gelmiş ve 80'lerdeki gibi hareket ederek takımı hemen şampiyon yapacak bir teknik direktörle anlaşmıştı. Brezilya'yı 24 yıl sonra ve Pele'siz Dünya Şampiyonu yapan Carlos Alberto Parreira, Uche-Högh'le savunmayı, Oğuz-Kemalettin'le orta sahayı, Boliç-Atkinson'la forveti kaplamış ve şampiyonluğu yakalamıştı. Boliç, Galatasaray derbilerinde 10 gol atmayı başardı.

Belki şampiyonluk olarak kısır bir dönemdi 1990'lar ama Fenerbahçe'ye bambaşka bir şans getirmişti. 15 Şubat 1998'de Aziz Yıldırım bir oy farkla başkanlığı kazandı ve sonrası 2000'lerde çorap söküğü gibi geldi. Başarısız geçen üç sezon sonra Yıldırım tartışılan bir kararla adı Galatasaray'la özdeşleşmiş Mustafa Denizli'yi takımın başına getirdi. O yıl Kennet Anderson, Rapaiç, Revivo, Yusuf, Rüştü, Abdullah gibi isimlerle gelen şampiyonluktan sonra Yıldırım hızla yoluna devam edecekti. Fenerbahçe'yi şampiyon yapan ilk Türk teknik direktör olan Mustafa Denizli ise yarım sezon sonra gözden düşecekti.

Alex de Souza

Yıldırım, Fenerbahçe Stadı'nın her şeyini değiştirdi, 55 bin kişilik Şükrü Saracoğlu Stadı doğdu. Başkan, ekonomik olarak çok güçlü bir Fenerbahçe yaratırken dört şampiyonluk kazandı. 2000'lere damga vuran Christop Daum'un Fenerbahçe'sinde başroller Pierre van Hooijdonk, Alex de Souza, Aurelio, Deivid, Semih ve Tuncay'ındı. Daum sonrası bir başka Brezilya efsanesi Zico da Şampiyonlar Ligi'nde çeyrek final görerek kulüp tarihine geçiyordu.

Hakan Şükür

Galatasaray'sa 1980'lerde yakaladığı, 1990'larda zirveye çıkarttığı istikrarı bir kenara bırakmıştı. Fatih Terim sonrası takımın başına Mircea Lucescu gelmiş,Şampiyonlar Ligi'nde çeyrek final ve bir şampiyonluk görmesine rağmen takımdan gönderilmişti. Eric Gerets'le gelen mucizevi şampiyonluğu iki yıl sonra bu kez teknik direktörsüz kazanılan bir başka şampiyonluk izlemişti. Hakan Şükür Türkiye'ye dönüp, Metin Oktay'ın ligde attığı 217 gollük rekorunu kırmış, Ümit Karan, Jardel, Mondragon, Emre Aşık, Ergün, Ayhan ve Arda Turan takımın 2000'lerdeki yüzü olmuştu.

Biri bir lisenin arka sıralarında, diğeri bir semtin arka sokaklarında kuruldu. El ele verdiler, büyüdüler, önce dost, sonra rakip oldular. Şampiyonluklar, yıldız futbolcular, tribünler, kupalar için kapıştılar; gün geldi taraftarlar onlar için kavga etti. Biri büyüdükçe diğeri ona yetişmek için çalıştı ve daha da büyüdü. Arkalarında dört yüze yakın derbi bıraktılar ve biliyoruz ki bu sayı binleri bulacak. Dostlukları da rekabetleri de hiç bitmeyecek.

Kavgasız gürültüsüz, dertsiz tasasız, kartsız, küfürsüz ve seyrine doyum olmayan akıcılıkta bir derbi olması dileğiyle...

* Yazı 4-4-2 dergisinden alınmıştır.

Özhan Canaydın'a veda


Allah rahmet eylesin. Yakınlarına baş sağlığı ve sabır dilerim.

22 Mart 2010 Pazartesi

FC Fossombrone


FC Fossombrone İtalya 6. lig'de mücadele eden bir takım. Bu blogda yer almasının sebebi formalarının güzelliği. Sarı Lacivert çubukludan sonra gördüğüm en güzel forma...


Kramponlar da cabası...

Messi adam değil


Türkiye'de yıllardır tartışılan ve hala uzlaşma ortamının sağlanamadığı bir konu var. Fenerbahçe'nin Alex'e bağlı olduğu konuşulurken suçlunun Alex olduğuna karar veriliyor. "Koşsana biraz birader" diyorlar, Özdenaklar, Enginler, Uluçlar ve daha niceleri... İspanya'da da hafif buna benzer bir durum var. Barcelona La Liga'da Real Madrid'in arkasında ve son zamanlarda takımın yalnızca Messi'ye bağlı olduğu konuşuluyor. Toplam 68 gol atmış Katalanlar ve maç başına 2,51 gol ortalaması tutturmuşlar. Messi'nin attığı 25 golü çıkarınca bu oran maç başına 0,68'e kadar düşüyor. Ancak İspanyol medya mensupları bir suçlu ararken hedef olarak Messi'yi değil, Barcelona'yı gösteriyorlar. Messi'ye sormuşlar dün gece bu konuyu, o da "Bu yanlış, ben gol atıyorum ama takımın çok büyük katkısı var." demiş. Ağzına sağlık. Alex'ten duyamadık böyle bir laf.

Konu Türk futboluna gelince medyanın rolü hep tartışılır ve hiçbir medya grubunun başındaki kişi özeleştiri yapmaz, kendilerine çeki düzen vermez. Gazete sütunlarında hala Arda'nın Messi'den daha iyi bir futbolcu olup olmadığı tarışılıyor. Bunun yerine Fenerbahçe'nin neden daha hızlı top çeviremediği, ileriye top taşırken neden bu kadar sıkıntı çektiği tartışılmıyor misal. Ya da Arda'nın uygun pozisyonda pas vermek yerine çalıma girip ezdiği topların istatistiği çıkarılmıyor. Güzel grafikler, betimlemeler, istatistikler, okuyucuyu doyurucu güzel bir haber yok koca Türk medyasında. Biz de hala takip edilecek bir iki yorumcuyu ve blogları takip ederek bu açığı kapatıyoruz. Sonra da "Hani nerde marka değeri?" diye sorarsın. Kendine baktın mı hiç, senin değerin ne?

21 Mart 2010 Pazar

Hayırdır Lugano Ne Arıyorsun?




Luuuugaaaanoooooooo...
Güzel olmuş. Kamera arkasındakileri tebrik etmek lazım.

19 Mart 2010 Cuma

Boca Juniors vs. River Plate


Dünyadaki futbol otoritelerince en büyük derbi olarak gösterilen Boca Juniors - River Plate derbisi, nam-ı diğer Superclasico, Arjantin futbolunu ayakta tutan bir spor olayı. Mavi ve beyazların savaşı, 102 yaşında. River Plate 1901'de, Boca Juniors ise 1905'te kuruldu. İki takım önce 1908'de, sonra da 1912'de karşı karşıya geldiler ancak ilk resmi maç 1913 yılında. 97 yıl önceki bu maçı River Plate 2-1 kazandı ve ezeli rekabet gerçek anlamda başlamış oldu.

Forma hikayelerinden başlayalım. Boca 1905 yılında bir İrlandalı, 2 İtalyan ve 3 Arjantinli genç tarafından kurulur. Kulübün renklerini belirlemek için limana yanaşacak ilk gemiyi beklerler. Limana yanaşan İsveç bandralı gemi Boca’nın sarı-lacivert renklerinin kaynağı olur. 1905’te Arjantin’deki İngiliz kolonisinin iki takımı olan Santa Rosa ve Rosales de beyaz forma ile mücadele etmektedir. Aralarındaki maçlarda karışıklık olmaması amacıyla bir ekip formasına diagonal bir kırmızı bant koyar. İki kulüp birleştiğinde River Plate’in forması da hazırdır!

İki ekip bugüne kadar 317 kez karşılaştı. 100 maçın berabere bittiği eşleşmede Boca’nın rakibine 114-103 üstünlüğü var. Maçı kazanan tarafın Buenos Aires’te astığı pankartlarla diğer maça kadar rakibiyle alay etmesiyse şehirde kültürel bir gelenek olmuş. Riverlı Reinaldo Merlo derbide 42 kez sahaya çıkarak en çok forma giyen isim olmayı başardı. Derbi tarihinin en golcü oyuncusuysa bir başka Riverlı Ángel Labruna. Labruna rakip fileleri 16 kez havalandırdı. Buenos Aires Derbisi’nde en farklı galibiyeti River 19 Ekim 1941′de kendi sahasında rakibini 5-1 yenerek elde etti. Boca ise 19 Mayıs 1959′da kendi sahasında ve 7 Mart 1982′de deplasmanda aynı skorla karşılık verdi. İki takım arasındaki en gollü derbi 15 Ekim 1972′de oynandı. 9 golün atıldığı mücadeleyi River evinde 5-4 kazandı.


Bu kadar ateşli bir derbide olay çıkması gayet doğal. Ancak 23 Ağustos 1968'deki olay tam anlamıyla bir trajedi. River Plate'in sahasında oynanan maçta gol olmadı ancak 90 dakikanın sonunda Boca Juniors'lı taraftarlar tarafından atılan yanan kağıt parçaları 71 River Plate taraftarının hayatını kaybetmesine sebep oldu. Arjantin'in en ateşli taraftarlarının Boca'lılar olmasının sebeplerinden biri de budur.

Bir diğer kanlı maç ise 30 Nisan 1994 tarihinde oynandı. Sezonun 6. haftasına kafa kafaya girilirken Boca Juniors'un kendi evinde River Plate'i yenebileceği düşünülmüyordu. River Plate deplasmanda favoriydi. Maç haftalar öncesinden gergin bir hal almıştı. Maç da gergin geçti ve River Plate ikinci yarıda eski bir dost Ariel Ortega ve Hernan Crespo'nun golleriyle derbiyi 2-0 kazandı. Ancak maçı unutulmaz kılan şey ise şuydu: Yenilgiyi hazmedemeyen Boca Juniors'lu bazı taraftarlar River Plate'lilerin oturduğu bölüme gidip üzerlerine ateş açtılar ve iki kişinin ölümüne sebep oldular. Maçtan sonra da stadın duvarına "Şimdi 2-2 oldu!" yazdılar. Maç bitti, cenazeler kaldırıldı, olayın şoku atlatılmadan silahı tetikleyen şahıs ve çetesi bulundu ve hapse atıldılar. Daha da ilginç olan şey ise, bu durumu normalmiş gibi karşılayan Boca'lı taraftarların diğer maçta sahaya katilleri kastederek "Kahramanlarımız! Sizinle gurur duyuyoruz!" yazılı pankart asmalarıydı. Bu durum rekabetin ne denli nefret derecesinde olduğunu gösteriyor. Bundan bir sonraki derbi ise sanki olayları protesto edermiş gibi 0-0 bitti.


Laf taraftarlardan açılmışken burdan devam edelim. Boca'lılar orta halli sınıfı, River'lılar ise zengin kesimi, aristokrasiyi temsil ediyor. "Biz onlardan daha başarılıyız ve onların övündükleri tek şey daha zengin olmaları." diyor Ariel Ququerta adlı Boca'lı bir taraftar. Boca'nın sponsoru Nike'dır ve River Plate'inki ise Adidas. Boca'lı bir taraftarın Adidas markalı bir ayakkabı alması, linç edilmesi için geçerli bir sebeptir. Taraftarlar, ezeli rakiplerini yenmeden alınan bir şampiyonluğa çok sevinmezler. "Boca'yı yenelim ama şampiyon olmayalım" lafı La Bombonara'ya giden River Plate'lilerin ağzından düşmez.

Boca'lılar River'lılara "Gallinas" diye hitap ederler, yani "Tavuk" derler. River'lılar ise "Bosteros" diye karşılık vermekten çekinmezler. "Leş kokan" anlamına gelen bu söz, kötü kokan bir nehrin yanına kurulmuş olan Boca mahallesine gönderme mahiyetindedir. Boca Juniors'lılar Maradona ile övünürler ve bunu da stat girişine "Boca es mi religion, Maradona es mi dios, La Bombenera es mi iglesia” (Boca dinimdir, Maradona tanrım, Bombonera ise kilisem) yazılı pankartla göstermekten çekinmezler. Maviye tutulmuş kalplerin hissettikleri bunlar olsa da beyaz formalılar her seferinde Maradona'nın skandallarla dolu hayatına gönderme yaparlar. Kendilerine göre River Plate hep hücumu düşünür, göz hoş gelen bir futbol oynar; Boca Juniors ise sahada yalnızca kavga eder, hır gür çıkarır.

Arjantin'in ünlü stat şovlarını bu derbide görmek her zaman mümkündür. Ancak bu şovlar maç devam ederken yapılmaz. Boca Juniors'lular maçın başlamasına 1 saat kala sahaya konfeti ve teyp bantlarını atarken River Plate'liler seyreder. Aynı durum ikinci yarının başında tam tersi şekilde geçerlidir. 15 dakikalık arada beyaz bir şov başlar, maviler seyreder.

Futbol dünyasına neredeyse her yıl bir yeni yıldız hediye ederler ama ülkenin bozuk ekonomisi bu futbolcuları her sezon başında Avrupa’ya ihraç eder. Boca’lılar için Maradona, River’da yetişen tüm yıldızlara bedeldir. Batistuta, Veron, Martin Palermo, Riquelme Boca’nın bütçesini düzlüğe çıkarmak için sattığı son yıldızlardır. River Plate de en az ezeli rakibi kadar bir futbolcu fabrikasıdır. Francescoli’den Burgos’a, Crespo ’dan Salas’a, Saviola ’dan Ortega’ya Alfredo di Stefano ’dan Pablo Aimar ’a kadar birçok yıldız kırmızı-beyazlı forma altında parlamıştır.

Son oynanan maçta taraflar River Plate'in sahasında 1-1 berabere kaldı. Clausura'daki heyecan La Bombenera'da, Pazar akşamı saat 20:00'de. NTVSpor'un canlı yayınlaması çok iyi, ben de televizyon başında olacağım. Arjantin Ligi'ni ancak özetlerden takip edebildiğim için maç hakkında öngörüde bulunamayacağım ancak gönlümüz her zamanki gibi mavilerden yana...

The Prestige ve Fenerbahçe


The Prestige adlı 2006 yapımı bir film vardır. Hugh Jackman ve Christian Bale jest ve mimikleriyle, Michael Caine ses tonuyla, Scarlett Johansson ise göğüsleriyle sizi kendine hayran bırakır. Film, bir yandan her dakika artan bir gerilim ile devam eder ama öte yandan sizi fazlasıyla tatmin eder, sonu sevgi-aşk-kardeşlik çerçevesinde bitmese de doymuş olursunuz.

Fenerbahçe ile The Prestige arasında hep bir bağlantı kurmuşumdur ben filmi izlediğimden beri. Bir yandan sizi kendine hayran bırakan bazı detaylar, öte yandan sürekli bir gerilim, bir mutsuz son...

Kadıköy sinemalarında şu an bu film yine vizyonda. Emre'nin performansı parmak ısırtıyor ama kifayetsiz Bilica'nın bazı mimikleri yersiz ve zamansız, çokça da anlamsız. Bir yandan Lugano ve Gökhan Gönül'ün forma aşkı için savaştığını görüp gerçek bir taraftar olarak duygulanıyorsunuz, diğer yandan ise Andre Santos ve Cristian'ın vurdumduymaz oyunları sizi kahrediyor. Filme oyunculardan daha çok değer veriyorsunuz ve oyuncuların neden boş diyaloglara girişip bir son (gol) hazırlayamadığını anlayamıyorsunuz.

Kimse oyunculardan Al Pacino performansı beklemiyor; bir Cristiano Ronaldo şutu çekmelerini ya da Messi gibi içeri süzülmelerini ben de beklemiyorum elbette ama uzun yıllar boyunca sayısız filmde rol almış, onlarca ödül kazanmış ve artık efsane olmuş havasında gezen oyuncuları sevmiyor sinema camiası. Örneğin Andre Santos'tan bir muz orta, ya da Cristian'dan arapası ya da bir şut bekliyor futbol camiası.

Dedik ya, The Prestige'de beğendiğim bir sürü detay var benim ancak sonu pek de istediğim gibi bitmemişti. Şu an Fenerbahçe'de de benzer bir durum var. Hala sabrı taşmamış Fenerbahçe taraftarını ve bizimle aynı duyguyu paylaşıp bunu maçtaki hırsıyla gösteren futbolcuları görmek güzel ancak büyük resimde olaylar hiç de iç açıcı değil. Ben sezonun sonunun da filmin sonu gibi bitmesini istiyorum. Zira sezon sonunda film güzel biterse yapımcı aynı yönetmen ve oyuncularla çalışmaya devam edecek.

(Biraz karışık oldu ama beynimin içindeki düşünceler de pek düzgün değil zaten.)

17 Mart 2010 Çarşamba

İkinci bahar


Adriano da tıpkı Ronaldo gibi sık sık sakatlık yaşayıp kariyerinin bahar zamanlarını doktorlarla iletişim halinde geçirmiş bir forvet. Parma ve Inter'de formu zirveye çıkmış ancak yaşadığı sakatlıklar nedeniyle ülkesine kiralanmış, geri dönüşünde de zaman zaman Mourinho ile anlaşamamış ve çokça da gece alemlerine takılmıştı. Roma ile görüştüğü yazılıyor Brezilya ve İtalya medyasında. Bunu yalanlamadı ama İtalya'ya geri dönmek istediğini söyledi. "Ben hiçbir zaman sırf para için seçim yapmadım. Şu anki yeteneğim ve olgunluğumla tekrar İtalya'ya dönmek istiyorum. Ancak yine de düşünmeliyim ve bu kararımı ailemle beraber vermeliyim." diyor. Adriano haftaya Çarşamba günü vatandaşı Vagner Love ile Libertadores Kupası'nda beraber oynayacak. Flamengo yöneticilerinden özel zevkleri için bazı istekleri olduğunu da yalanlayıp "Şu an kendimi %70 - %80'lerde hissediyorum. Elbetteki %100'e ulaşmak için çalışıyorum ve Libertadores Kupası'nda da iyi bir performans göstermeye çalışacağım" demiş. Yaşı daha 28. Eğer akıllanıp kendini yalnızca futbola verirse ikinci baharını yaşayabilir. Daha önünde uzun yıllar var.

Tahrik var


Diyarbakırspor kredisini tüketti. Hala "tahrik var" diye zırlavalasınlar, boşverin. Futbolun doğasında vardır zaten tahrik. Siz de kendinize böyle muamele ettirmeyeceksiniz. Sırf tahrik edildiğin için İstiklal Marşı'nı okumazsan, sahaya içi sidik dolu pet şişeler atarsan, millet sana güler. Böyle tahrik edilmek mi olurmuş? Diğer komedi ise TFF cephesinde. Elemanlar Bursaspor maçını bir çırpıda görüşüp hükmen 3-0 mağlubiyet kararını çıkardılar ama Belediyespor maçını daha sonra konuşacaklarmış. Bak bak... Ne farkı var merak ediyorum bu iki maç arasında? Fark yalnızca birisinin kendi evinde diğerinin deplasmanda olması. Kurallar gereği Diyarbakırspor küme düşmek zorunda. Ama kurallar da bir garip. Açık seçik yazmayıp kafa karışıklığına sebep veriyorlar. Deplasmanda böyle bir olay çıkarsa yine aynı muamele mi gösterilecek? Ben olsam şöyle yapardım: Kendi sahasında böyle bir taşkınlık çıkaran takım 3-0 mağlup sayılır ama deplasmanda bu olay olursa uyarı ve para cezası verilir. 2. kez evinde böyle bir şey olursa küme düşürülür, 2. kez deplasmanda aynı şeyi yaparlarsa da bir daha deplasmana o takımın taraftarları alınmaz. Gerçi Diyarbakırspor cephesinin taraftarı yok bana göre. Adamların tek derdi olay çıkarmak. Kendi futbolcularına bile taş atıyorlar, onların sözünü dinlemiyorlar.

Olay karışık. TFF zor durumda. Tuttukları şey iki ucu boklu değnek. Biz hala 321 milyondan, marka değerinden falan bahsedelim. Bunca kepazelikten dolayı artık tuttuğum takımı bile takip etmek istemez oldum. Neyse ki adamım Mourinho takımını çeyrek finale çıkarttı da hala zevk alınacak bazı ortamların olduğunu hatırladım.

15 Mart 2010 Pazartesi

Mourinho'dan inciler


Mourinho ile ilgili ilginç bir şey var. Kendisi hakkında ortada bir yerde düşünen hiçkimse yok. Ya çok seviliyor, ya da nefret ediliyor. Ben kendisini çok seven kitledenim. Başarısız olup sağa sola sataşan bir adam değil Mourinho. Başarılarının yanında bu renkli (?) kişiliği çekilebilir düzeyde bana göre. Müthiş bir taktisyen olduğuna da eminim. Şampiyonlar Ligi ikinci tur ilk maçında San Siro'da Chelsea'yi 2-1 yendiler ve "Stamford Bridge'de de bunu başarabiliriz" diyor. Bakın UEFA.com'a verdiği röportajda neler söylemiş: (Arada UEFA'nın yorumlarını da katalım)

"Stadyumla kulübenin arası 5 metre. Çok kalabalık olacak ama kimin ne dediğini duymak zorunda değilsiniz. Benim işim oyunu oynamak. Oyuncuların işi daha zor. Çünkü onlar sahadalar. Benim kalbim ikiye ayrılmış olacak. Chelsea hala hayatımın çok önemli bir parçasıdır."

Mourinho Batı Londra'da istediği sonucu alacak, emin olabilirsiniz. Chelsea teknik direktörü olarak kendi evinde 60 maç üst üste kaybetmedi ve Premier Lig şampiyonluğu yaşadı.

"Sürekli kendinizi geliştirmek zorundasınız ve Inter daha da gelişecek. İyi bir teknik direktörü kulüp her zaman destekler. Birkaç oyuncu türü geçen yıl yoktu ve Wesley Sneijder gibi bir yaratıcı atak oyuncusu aldım. Ayrıca Milito, Eto'o ve Pandev ile hücumda da çözümümüz var. Tabii Ibrahimovic'i kaybettik ama bu 3 oyuncuyla daha fazla fikrimiz, çözümümüz var. Ayrıca merkez defansta uzun boylu ve hava toplarına hakim bir oyuncumuz yoktu, Lucio'yu aldık. Kendisinin adapte olduğunu gözlemliyorum, bence modern futbol için büyük bir ihtiyaç. 2-1'lik maçta Didier Drogba'yı yakından izledi. Sneijder ise çok iyi bir oyuncu. Ajax'ta ve Real Madrid'de oynadı. Çok teknik bir oyuncu. Tam olarak ne sol ne de sağ ayaklı. O çok akıllı ve gözleri sürekli oyun okumak için açık. Bu, Ajax'ın genç yetiştirme kültürünün bir sonucudur. Şu an Inter'de ve oyun özgürlüğü var. Bazen forvet bile oynayabilir, çünkü kendisinde o potansiyel var. Ve Inter'de bu potansiyelini gösterme imkanı bulduğunu düşünüyorum."

Mourinho'ya göre takımdaki herkez zihinsel anlamda güçlü. Ocak'ta Inter'e karşı kazanılan maç da bunu gösterdi (Her ne kadar 9 kişi kalsalar da). Siena'ya karşı 4-3 kazanmak için başka bir işaret. Merkez defans oyuncusu Walter Samuel, sık sık ileri çıktı. 20 Şubat'ta oynanan Sampdoria maçı, takımın ne kadar hücumu düşündüğünü anlatıyor.

"Siena maçı bize iyi bir örnek. Skor 3-3 ve dakika 91. Normal bir antrenör olsaydım ve futbolcularım normal futbolcular olsalardı, şöyle derdik: 'Tamam, bu maçı kaybetmedik. Şimdi gol yemeyelim.' Ancak ben futbolculara bağırdım: 'Üç dakika var, üç dakika daha gidin. Siz kazanabilir veya kaybedebilirsiniz. Ama siz kazandınız.' dedim. Samuel bana dönüp 'Geri döneyim mi?' diye sordu. Ona 'Hayır, geri dönmek yok' dedim. Bu benim kararım. Bazı teknik direktörler benim bu davranışımı kibirli birinin davranışı olarak görebilir. Ancak bu zihniyet, Şampiyonlar Ligi'ni kazanmanın garantisi olacaktır."

"Bu zor bir oyun. İki eksik oyuncuyla işimiz zor olur. Bunun için hakemin kararlarına itiraz etmemeliyiz. Biz bu kupayı kazanabiliriz. 7,8,9 takımın olduğu bir kupada zafere gidebiliriz. Ama ilerisini tahmin etmek zor."

Bordo


Yarın akşamki Chelsea-Inter maçını vermeyip Çarşamba gecesi Bordo-Olympiakos maçının tekrarını veriyor STAR TV. Web sitelerindeki yayın akışı bölümü hazırlayan eleman kimdir bilmiyorum ama kırdığı potların sayısı 5 elin parmaklarını geçti. Kolaya kaçmış adam. Bordo hangi ligin takımı yahu? Ne ara katıldı Şampiyonlar Ligi'ne?

14 Mart 2010 Pazar

İtalya'da gol şov


İtalya Serie A'nın sıkıcı, temposuz, yavaş ve az golün atıldığı bir lig olduğu söylenir. Sıkıcılık konusuna katılmasam da diğer üç maddeye ben de katılıyorum. Takımlar büyük bir taktik disiplin içinde maçlara çıktıkları için bir takımın diğer takıma aşırı derecede baskın olduğu pek görülmüyor, maçlar bol gollü geçmiyor. Ancak bu hafta ilginç bir hafta oldu. İtalya Serie A'da 28. hafta Milan-Chievo maçı dışında tamamlandı ve 9 maçta toplam 38 gol atıldı. Maç başına 4,2 gol demek bu. Müthiş bir rakam. En gollü maç 8 golün atıldığı Genoa-Cagliari maçı. Genoa 5 atıp 3 yedi. Bu istatistiklerle İngiltere Premier Lig'i bile geçmiş durumdalar. Ada'da Liverpool-Portsmouth maçı dışında hafta tamamlandı ve 9 maçta toplam 30 gol atıldı. Maç başına 3,33 gol ortalaması var. Bundesliga'da ise 9 maçta 29 gol atıldı. Maç başına 3,2 gol. La Liga'da durum kötü. 3 maç oynanmadı ve 7 maçta toplam 13 gol atıldı. Maç başına 1,85 gol oranına tekabül ediyor ki dünyanın en iyi 2. ligi için az gollü bir hafta olacak. Son olarak Fransa'ya bakalım. Ligue 1'de 1 maç dışında hafta bitti ve 9 maçta 18 gol atıldı. Maç başına 2 gol anlamına geliyor.

Serie A'da toplu sonuçlar:

Catania 3-1 Inter

Napoli 1-3 Fiorentina

Bologna 1-1 Sampdoria
Genoa 5-3 Cagliari

Juventus 3-3 Siena

Lazio 0-2 Bari

Livorno 3-3 Roma

Parma 1-0 Atalanta

Udinese 3-2 Palermo

İlk 5 lig içinde Serie A en çok gol atılan lig oldu bu hafta. İstatistikler şöyle:

Serie A: 38 gol (Maç başına 4,2)
EPL: 30 gol (Maç başına 3,33)
Bundesliga: 29 gol (Maç başına 3,2)
Ligue 1: 18 gol (Maç başına 2)
La Liga: 13 gol (Maç başına 1,85)

12 Mart 2010 Cuma

Bursaspor şampi...


"Tuttuğum takım olamayacaksa X olsun bari" diyen zihniyeti anlamıyorum. Sanırım ben olaya fazla duygusal bakıyorum. Bursaspor camiası şampiyonluğa gümbür gümbür gidiyor. Geçen seneki Sivas bile bu kadar iddialı değildi. Her ne kadar Fenerbahçe'nin tepetaklak gitmesi sebebiyle "Bu mu lan fikstür avantajı? Fikstür avantajı diye bir şey yok aga" şeklinde bir ortam yaratılsa da bal gibi de vardır fikstür avantajı. Senin kalan maçların ligin ilk 6 takımı içerisinde, rakibinin ise son 6 takım içerisindekilerleyse bunun adı avantajdır. Bursaspor lider Galatasaray'dan 2 puan geride ve Diyarbakırspor maçından gelecek 3 puanı da hesaba katarsak, Galatasaray açısından avantajlılar. Beleşten gelecek Ankaraspor maçını saymıyorum, zira Fenerbahçe ve Kayserispor'un da aynı 3 puanları cepte. Bursa'nın kalan maçları sırasıyla Manisa, Denizli, İst. Belediye, Antalya, Gençlerbirliği, Gaziantep, Galatasaray, Kayseri, Ankaraspor, Beşiktaş. Bursaspor bu takımlardan yalnızca 2'sine yenilmiş ilk yarıda.

Tabi bunlardan bahsederken diğer takımları da hesaba katmak lazım. Ligde mesafe kısaldıkça ortam kızışacak ve daha soğukkanlı olanlar ön plana çıkacak. Bursaspor'un bu anlamda bir tecrübesi yok. Sivasspor'un İst. Belediye virajını dönemeyip Beşiktaş'a verdiği şampiyonluğu unutmamak gerek. Bursaspor halkı şampiyonluk şarkılarını şimdiden az çok söylemeye başladıysa da şehir bu konudan çok fazla bahsetmiyor. Bursaspor camiası konsantrasyonlarını kaybetmeden yoluna devam ediyor.

Bursaspor'u Kayserispor'dan ayıran en önemli özellik atılan gollerdir sanıyorum. Bursaspor toplam 46 gol atmış, Kayserispor ise 31. Daha da önemlisi, Kayserispor'un attığı 31 golün 17'si Makukula'dan. Yani 17 golü çıkarınca geriye 14 gol kalıyor ve bu da Kayserispor'da gole katkıda bulunan kişilerin az olduğunu gösteriyor. Bursaspor'da bu sene çıkış gösteren Volkan Şen, Ozan İpek, Batalla, Ivan Ergic ve Turgay Bahadır var. Bu 5 kişi takımı adına 28 gol kaydetmiş. Bunlara ilaveten Ömer Erdoğan ve Ali Tandoğan da tecrübeleriyle takıma büyük katkı sağlıyorlar. Bursaspor'un omurgası sağlam. Başkanları da akıllı. Sercan ve Volkan Şen'i onca teklife rağmen satmadı ve satmamasının nedenini de açıkladı, "Satsaydık borcumuz kalmazdı ama ligde şu an 13. veya 14. sırada olurduk" dedi. Bursaspor bu sene şampiyon olmasa bile bu zihniyetle 3-4 sene içerisinde bir şampiyonluk kazanacakmış gibi gözüküyor.

Ben bu sene şampiyon olabileceklerini düşünmüyorum. Ligin sonunda büyük bir ihtimalle Fenerbahçe, Galatasaray ya da Beşiktaş'tan biri şampiyon olacak ve Bursaspor'un macerası yüzümüzde tatlı bir gülümseme bırakacak. Ancak dediğim gibi, Bursaspor iyi yönetiliyor. Bu tırmanışlarından sonra hem iyi bir gelir hem de tecrübe sahibi olacaklar ve bir dahaki sene daha olgun bir iddia ortaya atabilirler. Şunu söylemek lazım ki; Bursaspor bu sene şampiyon olmasa bile büyük bir başarıya imza atmıştır. Fenerbahçe, Galatasaray ya da Beşiktaş, onca saçmalıklara, hatalara rağmen şampiyon olacaklar ve bunun tek sebebi daha tecrübeli, daha olgun olmaları. Yoksa onlarda da bir numara yok. Onca eziyetin sonunda şampiyon olmuşsun ya da olmamışsın pek bir anlamı yok, bir Fenerbahçeli olarak rahatlıkla söyleyebilirim.

Bir diğer sevindirici olay ise, git gide yaşlanan milli takımımıza Sercan ve Volkan gibi iki büyük yetenek verdiler. İsmail Köybaşı, Sercan, Volkan, Arda, Necip gibilerini artık izlemek lazım.

Bu arada Ertuğrul Sağlam biraz daha az küfür ederse güzel olur, biz onu böyle bilmiyorduk...

Kim?


Kim?


Daniel Gonzalez Güiza.
2000-2008

Bobo'nun dönüşü


Deivson Rogerio da Silva, nam-ı diğer Bobo, benim bu ülkedeki en sevdiğim santrforlardan. Zaten forvet/santrfor kıtlığı çekilen ligimizde izlemekten zevk aldığım birisi. Futbola Brezilya'da başlayıp Türkiye'ye transfer olan futbolculardan yalnızca biri. 19 yaşında profesyonel olmuş, Corinthians A takımı formasıyla 28 maçta 10 golü var. Beşiktaş'ta çıktığı 170 maçta 76 gol şeklindeki istatistik ise çok kötü değil. Maç başına 0,44 gol ortalaması var. Dunga döneminde Brezilya Milli Takımına ise 1 kez çağırılmış.

FIFA sözlüğüne göre forvet, hücum elemanı demek. Yani ceza yayı çevresinde ve içinde gezen, pas alışverişine katkıda bulunan, asist yapan, pozisyon hazırlayan kişilere deniyor. Alex de Souza ve Arda Turan, en yakın örnekler... Santrfor ise daha çok işi sadece gol atmak olan, cezasahası içinde çok etkin olması gereken, kafa toplarına hakim, güçlü-kuvvetli, pozisyon bilgisi iyi olan futbolcular. Bobo belki fiziki anlamda iyi değil, toplara da iyi yükselemiyor ancak bitiriciliği şahane. Zaten saç baş yoldurduğu maçlar çok az, kendisi 10 pozisyon buluyorsa 4'ünü atıyor. Başlık ne alaka diyecekseniz, Bobo'nun sırtı kaleye dönükken (bu klişeye hastayımdır) aldığı topları dönüp gol yapması şu sıralar meşhurlaştı. Bu sezon önce Fenerbahçe maçında bunu yaptı, sonra Gençlerbirliği maçında, en son olarak da İst. Belediyespor maçında golünü yazdı. Sadece dönüşlerine bakmamak lazım, "bitiriciliği şahane" dedik, laf ortada kalmasın. Bobo'nun bu sezon attığı 10 gol var ve tamamı cezasahasının içinden. Ayaklarına hakim bir santrfor kendisi.

Beşiktaş bu sezon çoğu maçta tek santrforla oynuyor ve o santrforun arkadaşlarına pozisyon yaratması lazım. Fenerbahçe Güiza yüzünden 2 yıldır bunun acısını çekiyor. İleride golcüyü tek başına bırakan sistemde Bobo gibiler çok fazla aktif olamıyor. Daha çok kuvvetlenmesi lazım Bobo'nun. Tamam, kimsenin Drogba kadar yırtıcı ya da Hakan Şükür kadar kafa toplarına hakim olmasını istediği yok ancak biraz daha cezasahası çevresinde dolanıp pozisyon hazırlaması, pas alışverişinde bulunması, biraz daha hareketli olması gerekir bence. Zira kendisinde o potansiyel var. Alex'in de kankası zaten, danışıp bir iki şey kapabilir.

11 Mart 2010 Perşembe

Manchester United 4 - 0 Milan


Maçın, benim açımdan Beckham'ın eski takımına karşı oynayacak olmasından başka bir çekiciliği yoktu. Manchester United turu ilk maçtan almıştı. Nitekim maç boyunca başka ekstra bir şey olmadı.

Maça her iki taraf da hızlı başladı. Ortasahalar çabuk geçildi ve eğer bir ortasaha mücadelesi varsa Milan hep dezavantajlıdır. Pirlo ve Ambrosini Kırmızı Şeytanlar'ın baskısına cevap veremediler. Rooney de hızlı başladı maça. Ronaldo'nun gidişinden sonra daha bir olgunlaşmış, daha bir takımı sahiplenmiş gözüküyor. Gary Neville'ın ortasına iyi kafa vurdu ama bir defans o kafayı nasıl vurdurur sormak lazım Milan savunmasına. Milan'da duruma itiraz eden Pirlo ve Ronaldinho vardı, biraz kıpırdadılar ama Manchester defansını aşamadılar. Ben sol ayaklı forvetlere karşı pek sıcak bakmam, Borriello da bunlardan biri ve bu akşam hiç etkili değildi. Pato da olmayınca, olgunlaşmamış Milan ataklarını izledik ancak hiçbir tehlike yaratamadılar.

Alex Ferguson maç içinde takıma çok fazla müdahale eden bir hoca değil. Ancak maça nasıl hazırlanması gerektiği konusunda tam bir uzman. Milan'ın kanatlarını tıkadı, ortasahada yıpratıcı bir pres yaptı ve zaten tempo yapan rakipler karşısında aynı oranda reaksiyon gösteremeyen Milan hiç kanatlara inemedi. Manchester elini kolunu sallaya sallaya geldi pas yaptı, orta yaptı, pozisyon da vermedi pek. Aşırı baskın olmamasına rağmen Manchester United ilk yarıyı 1-0 önde kapadı.

Leonardo düşen ortasahayı Seedorf hamlesiyle canlandırmak istedi. Ancak benim açımdan maçın ikinci yarısı iki büyük şokla başladı. Bir; teknolojik arıza sebebiyle ilk yarıda aramızda olmayan İlker Yasin ikinci yarıda maça girdi, iki; desteklediğim takım Rooney'den 2 maçta 4. golü yedi, hem de daha 46. dakika dolmadan. Golden sonra Manchester United presi azalttı, tempoyu düşürdü. Milan biraz daha kaleye yaklaşayım dedi, 5-10 dakika gol aradı ama tam ritimlerini bulmuşken 3. golü yediler. 3. golden sonra ipler koptu. Koca yarım saat Milan'ın adam gibi pozisyonu yok. Beckham'ın girmesiyle Allah'tan sağdan 3-4 orta geldi de maç canlandı. Ancak kifayetsiz Abbiati Fletcher'ın kafa golünü engelleyemedi ve maçın bitimine doğru Şeytanlar farkı 4'e çıkardı.

Maçla ilgili benim aklımda kalan en önemli şey, Rooney'nin Manchester'ın yarısından fazlası olduğudur.

Ne Aramıştınız

''Hayata dair ne öğrendiysem futboldan öğrendim. Çünkü top hiçbir zaman beklediğim köşeden gelmedi.''
Albert Camus.

Popüler Yazılar

Blog Arşİvİ

Zİyaretçİler

Futbol Blog. Blogger tarafından desteklenmektedir.